Modern çağ neden bir özne çağı haline gelir? Neden bir süredir, filozoflar, hiçbir kendiliğinden öznelliği odağına almayıp, kişiliğimizi belirleyen politikaları, söylemleri ve pratikleri merkeze aldılar? Bildigimiz üzere kapitalist bireycilik, yalıtılmış modern içsel yaşam, serbest piyasa ekonomisi, kendi toplumsal taşıyanı olarak, sermayenin ve hür teşebbüsçülerin mutlak özgürlük hareketini tehlikeye sokacak kominal ve aileye ait belirlenimlerden uzak ‘özerk’ bir özneye ihtiyaç duydu. Bu ihtiyacın Rousseau’nun ‘özgür özne’sini çağırması kaçınılmazdı.

Kapitalist modernlesme ile meydana gelen kentleşme, sömürü ve göç nedeniyle yersiz-yurtsuzlaşan, yabancılaşan öznenin göz yaşları ilk yansımasını romantik düşüncede buldu. Romantik düşünürler insanın duygusal, sezgisel, estetik ve rasyonel olmayan yönlerini vurgulayarak modern özneye sıkı bir eleştiride bulundular. Rasyonel anlam ve hakikat iddialarını sorguladılar. Aydınlanma epistemolojisine, mekanik evren anlayışına, özne-nesne düalizmine karşı çıktılar. Post-modern filozofların fikir babası olan Nietzsche, Batı metafizik geleneğini, Sokratik rasyonalizmin zaferi bağlamında, dekadans olarak gördü.

Aydınlanma’nın rasyonel ve tarihsel olmayan ‘özgür ve özerk‘ özne anlayışını, dilin ve kültürün bir ürünü olarak bağlama yerlestirdi. Nietzsche’ye göre insan türü, gelecekteki evrenin müjdecisi olan bir içsel güce sahip üstinsan kapasitesine doğru tekamül edenlerle, uylaşımları ahmakça taklit eden sürü insanı arasında bölünmüştü. Nietzsche’nin yaşadığı dönem aynı zamanda kapitalist tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir zamandı ve bu ağır toplumsal koşullar bireyleri sürüye dönüştürmeye başlamıştı. Fakat Nietszche bu ağır toplumsal koşullara (yapıya) cephe almak yerine sürüye dönüşen kütlelere saldırdı.

Foucault, Nietzsche’nin özneyi dil ve kültürün inşası olarak gören eleştirilerinin izinden giderek, özgür ve özerk olduğu iddia edilen bireyin, bilgi ve iktidar ilişkilerinin bir inşası olduğunu, iktidarın karşısında değil, iktidarın taşıyanı ve iktidarın malzemesi olduğunu göstermeye yöneldi. Foucault için dilin ve iktidarın işlevsel malzemesi, normal ve normal olmayan davranış modellerini belirleyen bilgi ve hakikat söylemleriydi. Dinsel ve şiddetli güç kullanıma dayanan modern öncesi iktidar türleri, artık insan nüfusunun hareketli ve parçalı doğasıyla başa çıkamadığı için, ünvanları öne çıkarmak yerine toplumsal yönetim sistemine ağırlık veren yeni bir iktidar, aristokratlardan ve krallardan çok kurumlar (hapishaneler, okullar, imalathaneler, fabrikalar, hastaneler, kışlalar) etrafında inşâ edilen, yeni iktidar mekanizmalari geliştirildi. Bu iktidar, normal davranışı normal olmayan davranıştan ayıran, insan davranışlarına dair hakikat rejimleri ortaya koyan bir iktidardi. Bu iktidarın üçlü bir işlevi vardı: bireyselleştirme, normalleştirme, hiyerarşize etme…

Özleneşme süreci, aslında her zaman bir tâbî olma süreciydi. ‘Özerk‘ olduğu iddia edilen özne bir kurguydu. Cinsellik, tıp, cezalandırma, delilik söylemleri ve genel olarak insan bilimleri bizzat oluşturulup kuruyordu. Modern iktidar bireylere dışsal bir baskı olarak değil, bilimsel söylemler, bilgiye dayalı pratikler aracılığıyla bireyi şekillendirmek suretiyle, bireyi içeriden kuşatıyordu. Bireylerin bedenlerini, kimliklerini, iktidar yoluyla oluşturuyordu. Modern çağın aklı, özerk, özdeş, rasyonel bireyi bir kurgu olarak oluşturmuştu kısaca…

İktidar ve özne arasındaki ilişkisi bağlamında bir diğer filozof ise Louis Alhusser idi. ‘İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları‘ adlı uzun denemesinde, kapitalist toplumun kendi yapısını nasıl yeniden ürettiğini sorguladı. Tüm kuşaklar nasıl oluyor da kapitalizmin ihtiyaç duyduğu itaatkâr özneler haline geliyordu? Bu mesele sadece kapitalist devletin emrindeki baskı aygıtları (ordu, polis, hapishaneler, yargı) ile açıklanamazdı. Kapitalist sistem, kilise, aile, okul ve kitle iletişim araçları gibi ideolojik aygıtlarıyla, değerlerini ve anlamlarını yeniden üretiyordu. Bu aygıtlar sürekli kapitalist değerleri empoze ederek ya da egemen düzen açısından özneyi işlevsel hale getirmek suretiyle, uysallığımızın ve kaderciliğimizin yeniden üretimini sağlıyordu. Bu sebeple kapitalist sistem salt baskı aygıtları ile degil, kendi taşıyıcıları ve aletleri olan özneler inşa ederek başarılı oluyordu. Özne kendi istek ve arzularına göre değil, daha çok sistemin ona ihtiyaç duyduğu şekilde sosyalizasyon sürecine tabii oluyordu. Öznenin olası davranış alanını belirleyen, öznenin politik bağlamıydı. Bu politik bağlam her zaman zor aygıtlarının gizil müdahalesi ve tehdidi ile yaratılıyordu.

(…)

Onur FENCİOĞLU