Biliyorsunuz, modernite, 18. yüzyıl aydınlanma idealiyle ilişkilendirilir. Aydınlanma felsefesi, hakikat bağlamında, dini, inancı ve gelenekselliği dışlar, yerine rasyonaliteyi koyar. Modern bilim, nesnellik idealiyle, subjektivizimiyle, empirizimiyle, Aydınlanmanın ürünüdür ve bu proje, sanayi devrimi ile sonuçlanmıştır. Modernite anlayışının temelinde, doğayı egemenlik altına alma, teknoloji ve ilerleme ideali vardır. Marks’a göre modernite kapitalizmle birleşmiş uygarlıktır; Marks, ‘modern çağ’ yerine kapitalizm kavramını kullanır, moderniteyi burjuva sınıfıyla ilişkilendirir. Kısaca modern çağ bilimsel devrim, siyasal devrim, kültürel devrim, teknik ve endüstri devrimlerine dayanır.

Tanrı-kral tahtan indirilir yerine yurttaş-devlet ikame edilir. Tanrı merkezli bir düşünce yerine insan merkezli bir düşünce yerleşir. İnsanın aklı ön plana alınır, aklın dinsel otoritelerden kurtulması ve özgürleşmesi sağlanır. Hegel’in de ifade ettiği gibi, Yeni Dünya’nın keşfi ticaretin gelişmesini sağlamış, bu da yeni bir bilincin doğmasını sağlamıstır (hümanizm). Tarıma dayalı bir toplumdan, burjuva egemenliğinde kurulan yeni bir modern dünya, tanrı yerine, insana ve akla dayalı bir yeni dünya inşa edilmiştir.

Ama sonuçta modernite insanlığa megapolis, modern ulaşım, nükleer güç, bilimde ilerleme getirdiyse de; eşitlik, kardeşlik, özgürlük, ilerleme vaatlerinin vardığı nokta ötekileştirme, toplama kampları ve Gulag adaları, savaşlar, göç, sömürü, tahakküm, yabancılaşma ve yıkım oldu.

Modern empirist ülkü, bilim adamının tarafsız ve nesnel olduğunu idda ederek, insanlığı kontol altına almak istedi. Aydınlanmanın özdeş ve özerk özne anlayışına dayanan modernite, tutucu ve baskıcı bir disipline dönüştü.

Post-modernizm ise, bu bağlamda hümanizmaya, modern objektivizme ve bireyciliğe bir tepki olarak doğdu; ancak dönüş dine ya da inanca değildi. Post-modern ‘haleti ruhiye‘, bir şüphecilik ve bir eleştiri haleti ruhiyesiydi. Bütüncül teoriler karşısında persfektifler çokluğunu, evrensellik karşında yerellik ve tikelliği, hakikat karşında yorumu ve göreliği, politika ve etik karşında estetiği, ideoloji eleştirisini, yapısökümü, temsil eleştirisini, zaman karşında mekanı, çelişki karşısında farklılıkları, sınıf karşında kimlikleri, gerçeklik karşında imgeleri, nedensellik yerine olumsallığı ve kaosu öne çıkaran, bilgiye, akılcılığa, nesnelliğe, kurtuluş söylemlerine kuşkuyla bakan bir akımdı. Bu bağlamda post-modernizm kimilerine göre moderniteden bir kopuş, kimilerine göre de moderniteden bir uzaklaşma anlamına geliyordu.

Post-modernizm, Aydınlanma epistemolojisinin eleştirisiydi. Modern benlik üniter bir benlikti ve bir güç merkeziydi; ayrıydı, doğanın ve ötekinin egemenliğini hedef alıyordu. Post-modern/post-yapısalcı benlik ise çok katmanlı, zamana ve mekana göre değişen bir benlikti. Bireyselliğimizin çekirdeği olan benlik, dille, kültürle ilişkiliydi, bağlamsaldı. Bu bir hümanizm eleştirisiydi tabii.

Yapısökümcülük, bir düşünce sistemindeki ikili karşıtlıkların, gizli karşıtlıkların, maskelerini düşürerek ifşa etti. Bilgiyi bağlamsallaştırdı, yerel ve politik hale getirdi ve evrensellik iddasını sorguladı.

Descartes, Rousseau, Hegel, Marks… akıl sahibi özne kurgusuna dayalı bu benliği temel alıyorlardı. Foucault için episteme, Derrida için Logos merkezcilik, Lyotard için üst ya da büyük anlatılar anlamına geliyordu tüm bu düşünceler.

Post-modernizm ise, bu bağlamda hümanizmaya, modern objektivizme ve bireyciliğe bir tepki olarak doğdu; ancak dönüş dine ya da inanca değildi.

Derrida için yapıbozumun hedefi, batı felsefesinin akılcılığını sorgulamak, felsefesinin tutarlılıktan yoksun olduğunu göstermek; felsefenin, dil, anlam ve akıl arasında kurmuş olduğu düşünce yapısını sorunsallaştırmaktı. Foucault içinse iktidarın işeyisini iktidar-özne ilişkisinde aramaktı.

Moderniteyle köklü bir dönüşüm olmamıştı bu bağlamda. Değişen sadece iktidar ve disiplin tekniklerinin formlarıydı. Zaten modernite de bu anlama geliyordu bütüm kuram ve kurumlarıyla. Lyotard için ise bütüncül düşüncelere, tarih felsefelerine, Aydınlanmaya, yani modern akla ve bilime duyulan inançsızlıktı.

Sonuç olarak post-modernizm, modern olanın kesinlik, nesnellik, evrensellik, öz-kimlik ısrarının yerine, farklılığı ve özdeşsizliği koydu. Bilişsel yapıların sınırlarını sarsmak istedi. Batı düşüncesinin benmerkezciliğini sorunsallaştırdı ama bu özdeşlik ve temelcilik karşıtlığı, düşüneden bir sapma değil, geleneği daha özenli ve daha güçlü bir düşünceye çağırmaydı.

Geleneksel logos ve kavramsallaştırma kaygısı, irrasyonel bir sezgiciliğe evrilmedi, yapılan geleneği yeniden okumaktı. Tabii bu, ben’in aynılığı ya da özdeşliğinin yerini evrensel bir aynılığın alması demek değildi. Ötekine, özdeşizliğe ve farklılığa işaret etmesi Cogito’nun yerine yarı-tansandantal bir post-metafizik idealizm temelinde karşıt kimliğe yerleşmek hiç değildi. Bunun Said’in dediği gibi ‘tersinden oryantalizm’ olduğu, Amin’in de işaret ettiği gibi ‘tersinden Avrupamerkezcilik‘ içine düşmek demek olduğu ve kimlikleri sabitlemeye ve mevcut üretim ilişkilerini ‘yeniden üreten’ bir şeyleşmeye dönüşerek tehlikeli mensubiyetlere çağrılma riskini de içinde taşıyan bir ideolojiye dönüştüğü net.

Ama bu bütün temellendirmelerin dışında, tarafsız bir alana, her türlü özdeşliğin olumsuzlanması anlamında özdeş olmayanın, radikal bir olumsuzluğun onanması anlamına gelmiyor.

Burada Hegel’i ihmal eden, idealist merafiziklerin sınırlarını aşmak isterken kendileri aynı hataya düşen bazı post-modern yazarlardan ayrıldığımı belirtmek istiyorum. Ben ve öteki, aynılık ve farklılık, evrenselcilik ve tikelcilik meseleri üzerine konuşmak, Hegel ile hesaplaşmak ve Hegel’i yeniden yorumlamaktan başka bir şey değildir çünkü…

Bu bağlamda post-modern teorinin özdeşsizlik ve yersiz-yurtsuzlaşmaya, kimliksizleşmeye, vurgusuna ve Heidegger’in sahicilik etiğine karşı, Adorno’ya yakın olduğumu söyleyeyim; çünkü Adorno’da, ”özdeşsizlik, özdeşliğin yalnızca bir silinişine, radikal bir olumsuzluğa sıçrayışına (ya da özdeş olmayana) eş değer değildir. Bu sıçrama, post-metafiziğin en önemli ve vazgeçilmez cazibesidir, oysa Adorno’nun demek istediği, özdeşsizliğin özdeşlikle yan yana konulduğunda ayrı bir alan olmadığı, daha çok her özdeşlikte gizli bir farklılık ve kendini-aşkınlık, her bulunuşta bir yokluk olduğudur. Daha somut bir şekilde söylendiğinde, özdeşsizliğe yönelmek, kavrayışsız bir boşluğa doğru çekilmenin değil, onun yerine ayrı ayrı ya da farklılaşmış özdeşliklerin farklılaşmasını ve çekişmesini, özdeş olmayanı özdeşliğin kendisiyle ve kendi içinde düşünme çabasıdır.” (…)

Onur FENCİOĞLU