تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَاؕ

الله أكبر

Sınıra yaklaşmayın; haddinizi aşmayın.

 

Nun denn, mein Sohn, dass ich vom Baum gekostet, War nicht an sich der Grund so schweren Bannes; Allein der Schranke Überschreitung war es. 

Ağaçtan yemiş olmam değil aslında bu ağır sürgünün sebebi evladım, haddi aşmış olmak daha çok haddizatında.

Dante Alighieri

 

Das Maß ist uns fremd, gestehen wir es uns; unser Kitzel ist gerade der Kitzel des Unendlichen, Ungemessenen. Gleich dem Reiter auf vorwärts schnaubendem Rosse lassen wir vor dem Unendlichen die Zügel fallen, wir modernen Menschen, wir Halbbarbaren – und sind erst dort in unsrer Seligkeit wo wir auch am meisten – in Gefahr sind.

Had bize yabancı, bunu kabul edelim artık; heyecanımız tam da sonsuz, hadsiz olanın heyecanı. Burnundan soluyarak koşan at üzerinde ilerleyen bir süvari misali adeta sonsuzluk önünde dizginleri bırakıyoruz elimizden, biz modernler, biz yarı yamyamlar ve ancak en çok tehlikede olduğumuz noktada huzura ve kurtuluşa ermiş oluyoruz.

Friedrich Nietzsche

 

Ob wir das hinreichend erkennen, dass alles Grauenhafte im Amerikanismus liegt […]

Yeteri kadar idrak edebiliyor muyuz acaba bütün ve en korkunç kötülüklerin Amerikancılıktan kaynaklandığını.

Martin Heidegger

 

Dieser Vorrang der Quantität ist selbst eine Qualität, d. h. eine Wesensart, und zwar die der Maßlosigkeit. Diese ist das Prinzip dessen, was wir Amerikanismus nennen […]

Kemmiyetin (nicelik) bu önceliği kendisi olarak bir keyfiyettir (nitelik), bu demek bir tür öz; neyin özü, hadsizliğin. Bu Amerikancılık dediğimiz şeyin temel prensibidir.

Martin Heidegger

>>> İLK YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<

1

İslamcılık, Heidegger’nın verdiği bu tanımdan yola çıkarsak, kendisi olarak ve geldiği nokta itibarıyla, aslında ve en dibine kadar, ucuz ve pespaye bir Amerikancılıktır. Müteveffa Jacques Derrida bir yerde, tam olarak nerede şimdi hatırlayamadım, dünyayı bekleyen iki büyük tehlikeden bahseder; bir tarafta Amerika, dolayısıyla Evanjelist Siyonist işbirliği, diğer tarafta İslamcılık. Nitekim bu iki yapı, her ikisi de Derrida’ya göre dünya liderliğine oynuyor, dolayısıyla dünyayı ele geçirmenin peşinde. Kendisi, toprağı bol olsun, bu tehlikeye karşı güçlü bir Avrupa’yı teklif etmişti, ki maalesef Filistin topraklarında ve aynılarını müteakiben yaşanan son olaylar söz konusu tehlikenin son tahlilde bu son alternatifi de kendi saflarına katmayı başardığını gösterdi. İşimiz, her zamanki gibi ve kelimenin tam anlamıyla, dolayısıyla ironiden ari, هاشا سوم هاشا, yine Allah’a kaldı. 

 

رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۙ الرَّحْمٰنِ لَا يَمْلِكُونَ مِنْهُ خِطَاباًۙ

يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلٰٓئِكَةُ صَفاًّؕ لَا يَتَكَلَّمُونَ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَقَالَ صَوَاباً

ذٰلِكَ الْيَوْمُ الْحَقُّۚ فَمَنْ شَٓاءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّهٖ مَاٰباً

اِنَّٓا اَنْذَرْنَاكُمْ عَذَاباً قَرٖيباًۚ يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنٖي كُنْتُ تُرَاباً

الله أكبر

 

2

Tabii ki önce sormak gerekir, İslamcılık nedir, ne işe yarar, dolayısıyla ben İslamcılık derken ne anlıyorum ve ne kastediyorum. Bu soruya kısa bir cümlede, gerçi uzun bir cümle de olabilir, cevap vermek mümkün değil, haliyle. Her ne kadar aynısını bir ilk adımda Heidegger’dan yola çıkarak pespaye bir Amerikancılık olarak tanımlamış ve ortaya koymuş olsam da bu onun alamet-i farikası sadece. Bu farkın tezahürleri kendileri olarak farklı tezahür edebiliyorlar nitekim. Dolayısıyla, çok az da olsa, mesela, makamın, itibarın, gücün, iktidarın ve paranın önünde secde etmeyen İslamcılar da var yani. Fakat yapısal olarak kafa aynı kafa. Nispeten uzun bir yazı dizisi düşünüyorum ve aynısının sonuna geldiğimde, şayet gelebilirsem, ne kastettiğim, en azından yaklaşık olarak, anlaşılacak sanırım. Kendim için yapıyorum bunu öncelikle. Hani bazen, kısmen Rene Descartes’tan tevarüsen, kısmen de iş olsun diye, ki ben çok yaparım, iş olsun işte, ortalığı toplamak gerekir ya neyin ne, nerede ve niçin orada olduğunu daha iyi anlamak için; öyle bir şey yani. Öyle yersiz ve gereksiz sosyolojik ve tarihi, hatta entelektüel, analizlere girmeyeceğim, ki bir fenomenolog olarak aynılarının meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirdiklerinden adım gibi eminim. Kaldı ki, son cümlede ne olduğumu söyledim, profesyonel sosyolog değilim, profesyonel tarihçi de değilim, her ne kadar olabilecek kadar aynılarına vakıf olsam da. Top down olmayacak benim yaklaşımım dolayısıyla, bottom up olacak. Yani bir yerlerde üretilen, aslında uydurulan teorileri kuru kuru yukarıdan aşağıya olaylara giydirmeyeceğim öyle, sıklıkla, belki de dışlayıcı olarak, olayların kendilerinden ve bizzat yaşadıklarımdan ve hissettiklerimden yola çıkarak meseleyi canlı canlı aşağıdan yukarıya doğru anlamaya, aslında, Michael Hampe’den mülhem, bir tür otobiyografik felsefe yapmaya çalışacağım.

 

Autobiographische Philosophie ist eine Form der philosophischen Untersuchung, die persönliche Erfahrungen, Gedanken und Gefühle der Philosophin oder des Philosophen benutzt, um ihre philosophischen Ideen und Perspektiven zu entwickeln. Dieser Ansatz unterscheidet sich von traditioneller Philosophie, die sich haeufig auf abstrakte Begriffe und logische Argumente stützt. Autobiographische Philosophie basiert auf der Idee, dass persönliche Erfahrungen und Emotionen eine legitime Quelle für Wissen und Einsichten sind.   

Otobiyografik felsefe felsefi araştırmanın öyle bir türüdür ki, bu noktada filozofun kişisel tecrübeleri, düşünceleri ve hissiyatları kullanılarak felsefi fikirler ve bakış açıları geliştirilir. Bu yaklaşım geleneksel yaklaşımdan farklıdır, nitekim aynısı, geleneksel felsefe yani, genellikle soyut kavramlar ve mantıki argümanlar üzerine kuruludur. Otobiyografik felsefe, kişisel tecrübelerin ve emosyonların bilgi ve idrak için meşru birer kaynak oldukları düşüncesine dayanır.

 

Ben bunu sürekli yapıyorum zaten. Bu benim yaşama ve yaşadıklarımı entegre etme tarzım. Teknik olarak İslamcılık meselesini bir ilk adımda 1699 Karlofça antlaşmasına kadar geri götürmek mümkündür sanırım, en azından bu yönde bazı çaba ve iddiaların mevcut olduğunu biliyoruz, bir yerlerden başlamamız gerekiyorsa şayet, ki gerekiyor haddizatında, belki, ya da ya da, Temmuz 1798’e; öyleleri de var nitekim. Nikki Keddie’nin Bernard Lewis’i referans göstererek yaptığı gibi de yapabiliriz belki, yani son tarihin, dolayısıyla 98’in, az biraz daha öncesine gidebiliriz: Mümkün:

 

Neither Abdulhamid nor Afghani was the originator of the pan-Islamic idea. Bernard Lewis has recently traced the development of the Sultan’s claims to religious jurisdiction over Muslims outside his domain, which date from the treaty of Küçük Kainarja in 1774.

Ne Abdulhamid ne de Afgani İslamcılık fikrinin kaynağını teşkil ederler. Son olarak Bernard Lewis sultanın kendi toprakları dışındaki Müslümanlar üzerinde dini otorite (Hami) olma iddiasının çıkış noktasını 1774 Küçük Kaynarca anlaşmasına kadar geri götürdü.

 

Fakat her halükârda ve daha çok, meselenin, özellikle Türkiye bağlamında, bugün içinde bulunduğumuz duruma sağladığı katkının ne olduğunu merak ediyorum ben. Bu çerçevede ve Lewis’e rağmen, dolayısıyla aynısını göz önünde bulundurmakla birlikte, kabaca Cemalettin Afgani ile başlayıp muhtemelen, ağırlıkla, çok ağırlıkla muhtemelen, geldiğimiz noktada Türkiye’de son bulacak olan, İNŞA’ALLAH’UR-RAHMAN, bir sürecin etrafında dolaşmaya çalışacağım. Bu arada… Her ne kadar bu kâbusun son bulmuş olmasının mutluluğunu yaşıyor olsak da ki ben yerimde duramıyorum içim kıpır kıpır adeta, bunun Türkiye’ye, maddi manevi, çok pahalıya mal olduğunu ve daha uzun süreler olmaya da devam edeceğini akıldan çıkartmamak, unutmamak gerekir; hiçbir zaman. Nitekim yirmi yılı aşkın bir süredir ödediğimiz sadece maddi, nakit olarak yani, olmayan haraçlarla birlikte neler yapabilirdik neler. Düşünmek bile istemiyorum. Başım dönüyor. Heinz Dieter Kittsteiner Mit Marx für Heidegger – mit Heidegger für Marx adlı kitabının başlarında bir yerde, çok iyi hatırlıyorum, ilginç bir tespitte bulunur: Ona göre Marksizm-Leninizm’in (Doğu Bloku) son bulmasıyla birlikte Karl Marx özgürleşmiştir artık, artık herkesin kendisi olarak yaklaşarak faydalanabileceği bir düşünce, bir felsefi gelenek haline gelmiştir. Dolayısıyla aynısını İslam ve İslamcılık açısından ve buradakiler olarak biz de söyleyebiliriz rahatlıkla. İslamcılığın son bulmasıyla, bu demek söz konusu güruhun 562.000 liralık saatlerini ve Hermes çantalarını taşıdıkları kirli el ve kollarını Allah’ın dininden çekmeleri, aslında çekmeye mecbur kalmalarıyla birlikte -yoksa bulmuşlar yağlı kapıyı bırakırlar mı hiç!?- Allah, Rasulü ve Kitabı, dolayısıyla İslam, özgürleşmiştir artık. Artık herkes bu kirli ve pespaye ellerin işgalinden kurtularak özgürlüğüne kavuşmuş olan İslamın aydınlığında kendisine yer bulabilir: Subhanallah, Elhamdulillah, Estağfurullah.

 

اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ

وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فٖي دٖينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ

فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُؕ اِنَّهُ كَانَ تَـوَّاباً

الله أكبر

 

Bu noktada, devam etmeden ve yeri gelmişken, bir meseleyi daha açıklığa kavuşturmak istiyorum kısaca. Bunun iyi olacağını düşünüyorum çünkü. Nitekim Heidegger’nın Amerikancılığın özü dediği kemmiyetin, ki biz buna, biraz önce de değindim aslında, İslamcılığın da özü olarak bakabiliriz, bir tarafıyla ne menem bir şey olduğunu son derece bariz bir şekilde ortaya koyuyor aynısı. Söz konusu 562.000 liralık saatin kullanıcısı eleştiriler üzerine aynısını helal parasıyla satın aldığını, dolayısıyla bu konuda kimseye hesap vermek zorunda olmadığını söylemiş. Yani; öyle fazla üzerinde durmazsan kabul edilebilir, en azından anlaşılabilir bir tepki; yani. Fakat öyle değil tabii ki. Ki burada söz konusu olan, haddizatında sorun olan, sadece haddini bilmez pespaye bir soytarının son derece pişkin bir halde Allah’ın dinini, helallik kurumu üzerinden, pisliğini temizlemek amacıyla araçsallaştırması değil sadece. Bunu yaparken oldukça rahat ve kendisinden oldukça emin olması ayrıca. Ne diyorsunuz siz Türkler; pes doğrusu. Kaldı ki söz konusu soytarı haramın ve helalin ne olduğunu uzaktan yakından anlamamış bile. Hepsi gibi onun da kafası basmıyor, basmamış haddizatında. Dimi yani… Yoksa hangi Allah, hangi kitap, hangi peygamber, hangi din, hangi iman, hangi İslam, hangi insan, hangi akıl, hangi kalp, hangi yürek, hangi hayvan, hangi ne, en iyi ihtimalle yarısından fazlası açlık sınırında ve asgari ücretten yola çıkar ve geçecek zaman zarfında gerçekleşmesi ağırlıkla muhtemel enflasyonu, hadi söz konusu ücrete aynı çerçevede yapılacak muhtemel zamları da hesaba katarsak 562.000 lira kazanabilmek için en azından 4 veya 5 ve hatta daha fazla yıl yemeden, içmeden, uyumadan ve evden çıkmadan, nasıl yapacaksa artık, çalışmak zorunda olan ve yönetimine, dolayısıyla hayrı, iyiliği, güzelliği, haddizatında dünya ve ahireti için çalışmaya aday olduğun bir halk önünde, hatta arkasında, yanında hatta ve kenarında, ki dünyanın farklı coğrafyalarında açlıktan ölen sabileri aynılarından özür dileyerek ve Rabbime sığınarak bir anlığına aklıma getirmiyorum bile, 562.000 liralık saat takmayı sana helal kılar? Var mı böyle bir Allah? Var mı böyle bir helal? Helal nedir Allah aşkına? Nedir Haram? Heidegger’nın Amerikancılık, bu demek kemmiyet ve daha da önemlisi ذو الجلال و الإكرام’ın كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ dediği tam olarak bu işte. 

 

3

20. Yüzyılın, şayet sicilini kirletmemiş olsaydı, muhtemelen en önde gelen Demokrasi eleştirmenlerinden biri sayılabilecek olan Carl Schmitt’in, ki biz bu noktada kemmiyet eleştirisinden de söz edebiliriz Heidegger’dan yola çıkarak aslında, tanınan bir ikilisi var: Legalität ve Legitimität, dolayısıyla Yasallık (Kemmiyet) ve Meşruiyet (Keyfiyet). Ben Trabzonluyum; biliyorum sürekli tekrarlıyorum bunu, ama seviyorum Trabzonlu olmayı, her ne kadar son dönemlerde öyle pek de matah bir şey olmasa da Trabzonlu olmak artık; mahvettiler itibarımızı, ama ben o Trabzonlulardan değilim. Bana ayrı bir tat, ayrı bir koku katıyor oralı olmak. Beni, özellikle, maviye ve yeşile meftun kılıyor. Coğrafya, bu bağlamda, tamamıyla kader olmayabilir, katılıyorum, kaldı ki bazı yaz, nadiren de bazı kış ayları 5, 10 günden fazla Trabzon’da hiç yaşamadım, dolayısıyla söz konusu coğrafyanın birebir etkisini zihnime ve bedenime öyle çok da fazla aktarmadım, genetik ve kültürel aktarımlar hariç tabii ki, ama olsun; Trabzonluyum ben yine de. Trabzonsporluyum da ayrıca. Jean-Jacques Rousseau’nun özgürlük tanımını hatırlayalım:

 

La liberté de l’Humanité ne réside pas dans le fait qu’elle peut faire ce que l’on veut, mais que l’on n’est pas obligé de faire ce qu’on ne veut pas.

İnsan(lığ)ın özgürlüğü yapmak istediğini yapabilir olmasında değil (kemmiyet), daha çok yapmak istemediğini yapmak zorunda bırakılmamasında (keyfiyet) saklıdır.

 

Evet, Trabzonluyum dedim, dolayısıyla ailelerimiz nispeten kalabalık olur ve bu kalabalık bir nesilden diğerine artarak çoğalır ve çoğaldıkça arta kalan mirası paylaşmak sorun halini alır. Bir de bakmışsınız daha önce adını duymadığınız ve varlığından haberdar olmadığınız biri dedenizin malında size ortak çıkmış. Aynısı tersinden sizin için de geçerli tabii ki. Yapacak bir şey yok. Bu durumu farklı şekillerde düzenleyen yasalar var; genel olarak niçinliklerinden ve nasıllıklarından öyle pek de fazla haberdar değilim aynılarının, işim olmaz. Aç değilim, açık değilim. Elhamdulillah; daha fazlası yük olur. Fakat hepimiz biliyoruz ki bir türlü doymayanlar, dolayısıyla kemmiyetçiler, yani İslamcılar da var, bazen en yakınımızda, burnumuzun dibinde hatta. İster istemez uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. 

 

وَاِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَد۪يدٌۜ

اَفَلَا يَعْلَمُ اِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِۙ

وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِۙ

الله أكبر

 

Hayır, emin olun ki bilmiyorlar, inanmıyorlar çünkü. İnanmadan da bilmek mümkün değil maalesef. İzale-i Şuyu, bu demek ortaklığın sonlandırılması adında, dolayısıyla söz konusu meseleyi, ortaklığı yani, düzenleyen bir yasa var. Fazla detaya girmeyeceğim: Mesela beş ortaksınız ve ortaklardan biri, hangi sebepten olursa olsun, bu durumu sonlandırmak istiyor, dolayısıyla ortaklığı bitirmek. Muhtemelen, eğer İslamcıysa şayet parası ve bir yerlerde adamları da vardır, ki bir yerlerde adamları olduğu için parası vardır zaten, yoksa genellikle yerde yatan beyaz kara düz delik işemekten aciz süzme salaktır bu güruh, parayı nasıl bulsun, söz konusu gayrimenkulün ileride değerleneceğini, ya da farklı bir şekilde kar sağlayacağını öğrenmiş. Siz ise hakkınızdan feragat etmek istemiyorsunuz; belki hatıralarınız var, ya da o şeye, o şey her neyse artık, sahip olmayı, kısmen de olsa, seviyorsunuz. Ya da sadece istemiyorsunuz, niyesi kimseyi ilgilendirmez nitekim. Yapma diyorsunuz muhatabınıza dolayısıyla, bak Müslümansın ve Allah’tan kork. Ki normal durumlarda bu şekil bir argüman ileri sürmeyi, dolayısıyla dini bir motivasyonu devreye sokmayı doğru bulmam, fakat elinizde başka bir çare kalmamış ve gerçekten samimiyseniz yapacak başka bir şeyiniz yok. Alacağınız cevap, hani başında sarık, sakalı karnına kadar uzanan amcalara yapma deyince aldığınız niye? Ayet mi var, Hadis mi var? cevabı var ya, ha işte, tam da buna benzer bir cevap olur. Ben sadece hakkımı istiyorum der size muhatabınız, hem de yasanın bana tanıdığı hakkımı. Çalmıyorum, çırpmıyorum. Acaba gerçekten öyle mi, çalmıyor mu? Çırpmıyor mu? Dedim ya, kafa basmıyor, basmıyor bu kafa. Bu arada: Kusura bakmayın ama, aklım, zihnim kayıyor, eskilere gidiyor sürekli. Hani bir zamanlar duvarında … … … yazan bir meclise benim meclisim diyen kafir olur diye böğüren kafalar vardı ya, ha işte o mecliste çıkan yasaların tanıdığı söz konusu hakkında!!! direten bu kafa aynı İslamcı kafa. Allah’ın sopası … var tabii ki, her şey onun; o vurdu mu böyle vurur, böyle çarpar, böyle yamultur, sağın solun kalmaz, şaftın kayar. Önce sana küfrü tanımlatır, sonra seni o tanımını yaptığın boka batırır çıkartır ve ardından aynısının önünde ateş gelip seni bulana kadar bok içinde bombok bir vaziyette kurumaya bırakır. Kasımdan kasıma artarak tescillenir küfrün ve her defasında biraz daha terfi eder, biraz daha fazla kafir olursun. Ne dersiniz siz Türkler; kendin eder, kendin bulursun; kendin yakar, kendin düşersin o yaktığın ateşe; yanar yanar en sonunda toprak olursun: yok yok, kurtuluş yok, kusura bakma, şaka yaptım; keşke toprak olsam (يَا لَيْتَنٖي كُنْتُ تُرَاباً) dersin sadece, ama nafile; dolayısıyla sonsuza dek yanar söner, hep yaptığın gibi durur döner, tekrar tekrar ateş alıp yanar gidersin öylece. 

Yani, ki onu demek istiyorum Schmitt’ten yola çıkarak aslında tam olarak burada, her yasal olan meşru değildir hacım, her haram olmayanın helal olmadığı gibi hocam. Haram değil ama helal da değil arası, işte tam orası, İman denen, hadi biraz patetik olsun, gönül tasası. Bu noktada şuna da değinmek istiyorum kısaca ve son olarak. Biraz önce Rousseau’dan verdiğim özgürlük tanımının yanına yine biraz önce ortaklığın sonlandırılmasıyla ilgili verdiğim yasayı koyarak düşünürsek, Heidegger’nın Amerikancılığın özü dediği kemmiyetçiliğin yürürlükteki yasaların ruhuna (De l’esprit des loix, Baron de Montesquieu) dahi sirayet ettiğini, haddizatında aynısını belirlediğini görebiliriz. Nitekim bir kişinin istemesi, dört kişinin istememesinden ağır basıyor, dolayısıyla ve genel olarak yasa koyucu tarafından istemek (kemmiyet) istememeye (keyfiyet) önceleniyor. Aha işte Münih.

 

4

A speech synthesizer takes a stream of text (no different than this sentence) and follows certain rules to enunciate each word, one by one. Each language is different and varies in its difficulty to synthesize.

English is one of the hardest, because we write (right and rite) it in such an odd and seemingly illogical way (weigh and whey). Other languages, such as Turkish, are much easier. In fact, Turkish is very simple to synthesize because Atatürk moved that language from Arabic to Latin letters in 1929 and, in so doing, made a one-for-one correspondence between the sounds and the letters. You pronounce each letter: no silent letters or confusing diphthongs. Therefore, at the word level, Turkish is a dream come true for a computer speech synthesizer.

 

Konuşma sentezleyici bunun gibi bir metin zincirini alır ve belirli kurallar çerçevesinde aynısını oluşturan her kelimeyi bire bir dışa vurmaya çalışır. Her dil kendisi olarak ve sentezlenebilirliğinde diğerinden faklıdır.

İngilizce en zorlarındandır, nitekim biz dilimizi son derece tuhaf ve aynı derecede mantık dışı yazıyoruz. Başka diller, mesela Türkçe, çok daha kolaydır buna karşın. Gerçekten de Türkçe sentezleştirilmeye son derece elverişlidir. Mustafa Kemal Atatürk Türkçenin 1929 yılından itibaren Arap alfabesiyle değil de Latin alfabesiyle dışa vurulmasını ve böyle yaparak da ses ve harf arasında birebir bir örtüşme sağladı çünkü. Her harfe ses veriyorsun: Ne sessiz harf ne de kafa karıştırıcı iki harfli ses. Dolayısıyla, kelime temelinde Türkçe konuşma sentezleyici bilgisayarlar için bir hayalin gerçek olmasıdır.

Nicholas Negroponte

 

Negroponte’nin haklı olup olmadığını tartışmak istemiyorum, kaldı ki aklıma şu anda Türkçede aynı ses fakat farklı yazılım gösteren kelimeler gelmiyor gerçekten: mesela, write right, rite … rayt. Ya da way, weigh, whey … vey. İnsan bile bu noktada, bağlamdan haberi yoksa şayet, ne kastedildiğini anlayamaz, kaldı ki makine anlasın. Fakat burada denilmek istenen kemmiyet dediğimiz şeyin ne olduğu hakkında sevk edici bir anlayış sunabilir bize. Alıntıyı yaptığım kitabın adı Being Digital ve 1996 yılında yayınlanmış hatırladığım kadarıyla. Kütüphanem yanımda değil, dolayısıyla ben ne zaman okudum tam olarak bilemiyorum. Bunun için kitabı açıp bakmam gerekir. Sanırım 98 ya da 99 olacak. Mesele temelde artıksız bir bire birlik sağlamak son tahlilde: 9’un karekökü artıksız olarak 3’tür, dolayısıyla dümdüz. Oysa 3’ün karekökü 1.7320508075689, yani çetrefil. Bunu dünya ile, anlaşılsın diye basit söylüyorum, düşünce arasındaki ilişkiye aktarırsak, meselemiz, yani insanın meselesi, en başından itibaren dünyayı, ki onun içinde kendisi de var, bire bir, yani artıksız bir şekilde, düşünceye indirgemek oldu. Dolayısıyla bir şekilde dünyayı, aslında, son cümlede kısmen değindiğim gibi, bizzat kendisini, düşüncenin içerisinden geçirerek, Hegelvari bir tarzda, bir üst katmanda, ya da farklı bir yerde, ötede beride, yeniden sahiplenmek. Aslında bu çaba felsefenin ilk emri olan Γνῶθι σεαυτόν’un yerine getirilmesinden başka bir şey değil. Hep onu yaptık ve hala daha onu yapıyoruz. Soru her zaman ben kimim? Dijitalleşme dediğimiz bundan başkası, dolayısıyla bu soruya cevap aramaktan başkası değil haddizatında. Olmak’ı sayılabilir kılmak. Heidegger’nın Descartes’tan haz etmediğini biliyoruz, öğrendik artık. Sebebi bu en temelde. Bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum, çünkü gittikçe gidebiliyorsun, bir türlü sonuna gelemiyorsun. Belki şunu da söylemek gerekir… Yapay Zekâ çalışmalarının başarısız olması, dolayısıyla Olmak’ı tam olarak algoritmikleştirmenin tam olarak mümkün olmadığının anlaşılması, ki burada Kurt Gödel’in son derece önemli katkılarını hatırlamak gerekir, artıksızlığın bizim için mümkün olmadığını anlamamıza katkı sundu, her ne kadar hala daha bunu kabul etmeyenler olsa da kıyıda köşede. Gadamer Wahrheit und Methode’ye Rilke’nin aşağıdaki dizeleriyle giriş yapar. Aynı kitabı 30 yıl önce elime aldığım ilk andan beri düşünüyorum, bu dizeleri düşünüyorum; haliyle bir şeyler geliyor aklıma da neler geliyor aklıma bilmiyorum, ama bir şeyler var. Sanırım burada da bir kemmiyetçilik eleştirisi söz konusu. Tabii ki söz konusu dizeleri çevirme terbiyesizliğinde bulunmayacağım. Fakat şunu anlıyorum; ötelerden sana bir el uzanmadığı sürece kendi içinde döner durursun, dışarıya çıkamazsın, ilk olarak dışarıdan uzanan o eli tutarsan eğer bir şey becermiş olur, artıksızlaşır, yani tamamlanırsın; ama sen değil aslında, sen kendini sadece bir şeylere ortak, dolayısıyla bir dünyanın, kocaman bir dünyanın içinde, kucağında bulursun; işte o zaman kendine gelir, huzura varmış olursun;

 

يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ

اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ

فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ

وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي


Solang du Selbstgeworfnes fängst, ist alles
Geschicklichkeit und läßlicher Gewinn-;
erst wenn du plötzlich Fänger wirst des Balles,
den eine ewige Mit-Spielerin
dir zuwarf, deiner Mitte, in genau
gekonntem Schwung, in einem jener Bögen
aus Gottes großem Brücken-Bau:
erst dann ist Fangen-Können ein Vermögen, –
nicht deines, einer Welt.

Rainer Maria Rilke

 

Peki bütün bunların İslamcılıkla ne alakası var? Var tabii ki. İslamcı, basit bir şekilde ifade etmek istersek ve kendisinin hiçbir şekilde bunun farkında olmadığını ve bunu kabul etmek istemediğini de bilirsek, şöyle düşünür: Bir İslamcı her zaman nasıl davranması gerektiğini, neyin ne ve nasıl ve hatta niçin olduğunu bilir, şayet bilmiyorsa öğrenmemiştir, fakat prensipte bu mümkündür. Son tahlilde kimse bilmese de Allah bilir, dolayısıyla her şey bellidir. Bu kabaca klasik fiziğin dediğidir aslında, determinizmdir yani ve aynı kabalıkta Modernitenin, Aydınlanmanın, Pozitivizmin ta kendisidir haddizatında. Niye ki, Ayet mi var, Hadis mi var? demenin daha bilimsel şeklidir yani, hepsi o. Tabii ki Allah bilmez demiyorum, o kadarını da anlayın artık.

 

5

2023 yılı, özellikle de Haziran 23-Şubat 24 arası, benim için çok zor bir yıl oldu, çok yoruldum, çok acı çektim, çok kendimden bezdim. Hasta oldum, dolayısıyla on yıllardır üzerime yapışan ve beni bir türlü bırakmayan hastalığım yeniden nüksetti, ağır bir melankolik depresyon yaşadım. Elhamdulillah, iyiyim şimdi. Ahmet Faruk’a çok çok teşekkür ediyorum. Rabbim tuttu elimden çıkarttı beni karanlıklardan söz verdiği gibi aynen ve aydınlığa taşıdı. اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذٖينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِؕ. Bütün zamanımı evde geçirdim bu süre zarfında; korktum, ağladım, üşüdüm, uyuyamadım, yiyemedim, film izleyemedim, müzik dinleyemedim ve en kötüsü de okuyamadım, yazamadım; elime kitap dahi alamadım, ne diyorsunuz siz, kitaplara bakamadım, göremedim bile onları. Evi geçtim, odadan çıkamadım. On saatlerce aynısının bir köşesinden diğerine yürüdüm durdum. İşin iyi tarafı, oldukça kilo verdim ama, ip ince oldum, zayıfladım. Seviyorum XS beden giymeyi, her ne kadar bugün yeniden yavaş yavaş M’e doğru emin adımlarla ilerliyor olsam da. Dikkat etmenin vakti geldi de geçiyor bile. Neyse. İyi geldi bana yani. Peki ne yaptım? Kuran okuyamadım, kısmen değinmiştim biraz önce, en azından yüzünden, ama dua ettim, namaz kıldım bol bol. Arda Güler’in transfer haberlerini takip ettim önce, daha sonra da ve hala daha maçlarını izledim, dolayısıyla izliyorum; çok seviyorum bu çocuğu. Yoo, Fenerbahçe’ye sempati duymuyorum, aman aman. YouTube’da Tiny House araştırmaları yaptım bunun yanında. Çekip gitmek istedim ıssız bir dağın tepesine çünkü, bir başıma Rabbimle birlikte. Marcel Krass’ı dinledim sıklıkla. Hem Müslüman hem de Alman; daha ne olsun. Türkiye’deki Ateistleri, Darwinistleri, Teistleri, Deistleri, Mürtetleri, Muhtedileri, Pan-Teistleri, Humanistleri, Transhumanistleri, Pre-Modernleri, Modernleri, Post-Modernleri, Anti-Modernleri, Analitikçileri, Kıtacıları, Marksistleri, Yapısalcıları, Post-Yapısalcıları, Antropologları, Sosyologları, Psikologları, Psikiyatrları, Kelamcıları, Müfessirleri, Fakihleri, Muhaddisleri, Laikleri, Kemalistleri, İslamcıları, Türkçüleri, Kürtçüleri, Sinir Bilimcileri, dolayısıyla daha önce adını duymadığım birçok möchtegern (wannabe) hoca ve filozofları takip ettim. Oldukça vukufiyet sahibi oldum Türkiye’nin entelektüel (!) coğrafyasıyla ilgili olarak dolayısıyla. Güldüm bazen, ağladım sonra, şaşırdım, kızdım ve sinirlendim hatta. Temel ve Dursun geldi aklıma; bunlar karıysa bizimkiler ne bizimkiler karıysa bunlar ne dedim. Aklımda kalanlardan, Allah Rahmet etsin ve mekânı cennet olsun, Vehbi Başer Hoca tatlı, şeker gibi bir adam. Fazlasına gerek yok zaten. Kendisi yetenin bilgisine ne hacet. Abuzer Dişkaya çalışkan bir kelamcı, çalışkan bir İslam felsefecisi ve hevesli üstelik. İşini seviyor. Fakat ait olmadığı sularda, pragmatik bir tavırla. Güven Güzeldere, muhtemelen, ağırlıkla muhtemelen, Türkiye’nin aklı başında ve yetkin, işini bilen ve işini yapan, tek gerçek filozofu. Ömer Özsoy’u, Mehmet Akif Koç’u, Halis Aydemir’i ve Burhanettin Tatar’ı, her ne kadar bazı noktalarda kendileriyle çok farklı düşünsek de sevdim, beğendim. Özellikle Koç, son derece heyecanlı. Halis Hoca sakin, bilgili ve yetkin; kararlı üstelik. Ve şık; yani. Ömer Bey kendinden emin, ununu elemiş eleğini asmış gibi bir hali var. Burhanettin Bey daha işiyle meşgul. İlhami Güler çiğ, aç, yaşını almış olmasına rağmen pişmemiş, Almancada dediğimiz gibi, noch nicht angekommen, nicht arriviert. Recep Alpyağıl için de çalışkan tanımını uygun buluyorum, takdir ediyorum. Akademinin hamallarından. Zeynep Direk Hanım rahat, oldukça rahat. Güzel, her anlamda, çok hoş. Özgüveni yüksek üstelik. Ferda Keskin, bana biraz akşamcı gibi geldi. Oldukça léger ayrıca; Derrida’ya benzettim. Takım kaptanı İhsan Fazlıoğlu’ya ve aynısının takımına, özellikle de durmadan arkadan pompalayarak şişirdikleri Ayhan Çitil’e, kocaman bir sıfır. Kuru gürültü çünkü, başka bir şey değil. Tam anlamıyla sermayenin ve iktidarın gücüyle ayakta duran embesil bir yapı. Ekrem Demirli’ye saygı duydum. Kemal Sayar midemi bulandırdı. Tek kelimeyle iğrenç. Erol Göka sınıf öğretmeninden biraz daha hallice işte. Mehmet Görmez? Hayır hayır, kalsın, teşekkür ederim. O ne kibir öyle? Bende bile yok. Ali Bardakoğlu, mütevazi ve o da Burhanettin Bey gibi, işinde gücünde. Ayşe Sucu? Olmamış, malheureusement, yok, hiç olmamış. Ya Haşlakoğlu Hoca? Aman aman. Neyse. Ömer Türker motora bağlanmış, nefes almadan, sanki öncesinde söyleyeceği her şeyi ezberlemiş gibi, takır tukur konuşuyor. Düşünürken göremiyor, haddizatında duyamıyor, adım adım takip edemiyorsunuz adamı. Cündioğlu, yeni bir şey söylemiyorum aslında, son derece eğreti, önünde diz çökenler hakeza. Mustafa Öztürk? Benim gibi, hasta o da. Allah bana da ona da şifa versin. Aramızdaki fark, ben sağlam basıyor, sağlam yürüyorum, o, sağlam ya da değil ne basıyor ne yürüyor; yalpalıyor sadece. Bilmiyor, anlamıyor da üstelik, ama çabalıyor; Allah’ı var şimdi, sinekten yağ çıkarıyor. Dimi yani; felsefenin olduğu yerde din olmazmış ve vice versa gibi bir şey yumurtlamış paşam; yesinler. Ahmet Arslan aptal, şaka değil, gerçekten aptal. Üstelik son derece antipatik ve İlber Ortaylı’nın tabiriyle, mealen, kapkara cahil; her anlamda simsiyah. Ortaylı kendisi, aynen kankası Şengör gibi, önünden yediği sürece tamam, katlanalım da o yana bu yana saldırmaya başladığı noktada zapt-u rapt altına alınması gereken ilginç bir fenomen; yine, kankası gibi aynen. Mustafa İslamoğlu esnaf, Kayserili işte, dan dun, çat pat, duma dum. Caner Taslaman, deve sidikçisi, komik, şımarık; süzme salak. Atasoy Müftüoğlu gereksiz, çünkü yetersiz. İsmet Özel? Doktor bu ne? Mehmet Okuyan’a acıdım. Kendi dünyasında, diğer dünyalardan bihaber, öyle yaşayıp gidiyor işte. Merhum Mustafa Çalık düzgün bir adam, tok ve müstakim. Erdem Bayazıt; iyi bir şair ve sempatik. Nuri Pakdil; kötü bir şair ve antipatik. Sezai Karakoç? Mona Rosa, ah Mona Rosa. Mustafa Çağrıcı, Şaban Ali Düzgün; yılışık, vıcık vıcık. Bayındır Hoca her zamanki gibi, nasılsa öyle. Bülent Şenay, tesadüfen denk geldim, gırgır şamata, gırgıriyede şenlik var misali, geveze mi geveze. Tahsin Görgün, uzak olsun, aman aman, çok uzak. Bu kadar az bilip bu kadar çok konuşmak ayrı bir sanat. Ahmet İnam, tonton dede, hepsi o, o kadar. Zeki Özcan, ne yapıyor, işi ne bu amcanın hala daha anlamış değilim. Durmadan, her anlamda ama, bağırıyor, çağırıyor, bir şeyler söylüyor; fakat olmuyor, kesinlikle olmuyor ve duyuramıyor, kimse anlamıyor; o anlamda değil ama. Enis Doko, çıkartamadım bir türlü, bir yerlere koyamadım. Dolayısıyla kenara bıraktım. Özgüven iyidir tabii ki, fakat her şey değildir haliyle. Sanırım birilerinin buna biraz daha dikkat etmesi gerektiğini söylemesi lazım ona. O birileri de ben oluyorum bu arada. Mehmet Bulgen, ne söylediği pek anlaşılmasa da gülüyor en azından, durmadan gülüyor. Oldukça neşeli bir arkadaşımız. Rahim Acar? Son derece beyefendi, saygın ve kompetan bir akademisyen. Haddini bilmenin sözlük karşılığı adeta. Allah sayılarını arttırsın. Tebrik ediyorum. Sinan Canan? Güldünüz dimi, ben de. Ali Bulaç? İgittigitt, hiçbir zaman sevmedim. Çok konuşan, çok fazla, haddinden fazla yazan; çok bildiğini sanan ayrıca ve buna kendisini ve etrafını inandıran beşinci ve hatta daha fazla sınıf sosyologlardan. Oradan da ileriye geçemedi bir türlü. Denedi, denemedi değil hani de olmadı, yanlış ata oynadı. Çetin Türkyılmaz? Kim nereden buldu, nereden getirdi bu adamı? Daha da önemlisi, işi ne bunun ne yapar? Kuçuradi … he? Felsefe mi dediniz? Örsan Öymen, bırakın Allah aşkına. Tipik CHP kafası, örümcek ağıyla kaplı; felsefeyle uzaktan yakından alakası yok. Bilmiyor üstelik, anlamamış da. Hasan Aydın, kifayetsiz muhteris ve yaz kış şallı. Rahim Acar Beyin tam zıttı, dolayısıyla haddini bilmezliğin sözlük karşılığı. Yasin Ceylan, boş, bomboş. Tufan Kıymaz, ambitioniert Almancada dediğimiz gibi, dolayısıyla gayretli; ama o kadar. Ve isimlerini burada hatırlayamadığım ve sayamadığım daha onlarcası. Türkiye’de manzara, görebildiğim kadarıyla, şimdilik bu; dolayısıyla, durum vahim, oldukça vahim. Ya da saldım çayıra Mevlam kayıra.

>>> ÜÇÜNCÜ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN