1

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ

Göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik emaneti biz, fakat onlar emaneti üstlenmekten kaçındılar; korktular bunu yapmaktan. İnsan korkmadı ama; üstlendi onu. O zalim ve bilgisizdir.

Qur’an 33/72

 

Allah Kabil’e ‘Kardeşin nerede?’ diye sorduğunda, ‘Ne bileyim … ben onun bekçisi miyim?’ diye cevap verdi.

Bunun üzerine Allah, ‘Sen ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.’ dedi.

Kutsal Kitap, Yaratılış 4, 9-10.

 

Bilmiyorum anne-babanızın sizden başka bir ortak çocukları daha var mı ve varsa nasıl biri. Benim anne-babamın benden başka bir ortak çocukları daha var; bir oğulları. Radikal İslamcı. Ama sadece radikal İslamcı, başka hiçbir şey değil. Hayatını kendisine ait olandan başka hiçbir şeyin bekçisi olmayarak sürdürüyor. Bu ama İslamcıların ortak özelliği zaten. Takdir edersiniz ki öyleyse, anne ve babamız bir olsa da inandığımız Allah farklı, dolayısıyla onun dini kendisine benim dinim bana. Biraz önce verdiğim Quran ve Kutsal Kitab ayetlerinde aslında, en azından aynı zamanda, başka bir şey daha var ama. Fransız ihtilalinin üçlüsünden biridir kardeşlik bildiğiniz gibi (Liberté, Egalité, Fraternité). Thomas Hobbes, muhtemelen, ve Fransız ihtilalcileri gibi o da iyi bir Kutsal Kitap okuyucusu olarak, buradan yola çıkarak meseleyi bir adım daha ileriye götürüyor. Bırakın birbirinin bekçisi olmamayı, ona göre insanlar birbirinin kurdudurlar: Homo homini lupus. Nedir Allah’ın Qur’anda zikrettiği emanet? İnsandır tabii ki, insanlıkta kardeşin olan insan. Allah hepimizi birbirimize emanet ediyor; hepimizi bir diğerimizin, sahip olduğu her şeyle birlikte, bekçisi kılıyor. Ve emanete ilk hıyanet eden Kabil oluyor. Biz Türkler, Müslüman olanlarımız en azından, birbirimizden birbirimizi Allah’a emanet ederek ayrılırız. Hani Yahudiler Allah’a diyorlar ya (mealen), ‘Sen bizden şunu şunu istiyorsun ama bu bize göre bir iş değil, sen git işini hallet, sonra bize haber ver, biz o zaman geliriz’. Öyle biraz sanki. Allah’ın bize emanet ettiği insanı biz Allah’a iade ederek tekrardan ona emanet ediyoruz. Dilenciye Allah versin der gibi. Oysa birbirimizin yanından ayrılırken ‘Allah’a emanet ol’ değil de, ‘Korkma, merak etme, endişenlenme; ben buradayım; sen bana emanetsin; ben verdiğim sözde dururum, seni, her anlamda, beklerim ve korurum; ki ben Allah’ın ‘وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ’ dediklerinden biriyim.’ dememiz gerekir. Diğer taraftan biz Türklerin yanımızdan ayrılan veya bizim yanlarından ayrıldığımız insanları Allah’a emanet etmemiz aslında çok yerinde bir davranış da olabilir. Nitekim ‘benim yanımdayken bana emanetsin, benim yanımda canın, malın, namusun ve şerefin emniyet altında. Fakat benim yanımdan ayrıldıktan sonra sana ulaşma ve elinden tutma imkanım olmadığı için, seni senin ve benim yanı(n/m)dan hiçbir zaman ayrılmayan Allah’a emanet ediyorum’ diyor da olabiliriz. Öyleyse burada görevden kaçmak değil de, görevin ifa edilmesi çerçevesinde bir zorunluluk gereği Allah’ı vekaleten devreye sokmak söz konusudur, ki bu da aslında bekçiliğin bir gereğidir haddizatında. Bekçiler öyle yapmazlar mı? Onlar kısa bir süreliğine de olsa bekledikleri yerden yerlerine son derece güvendikleri başka birini bırakmadan ayrılmazlar değil mi? İnşallah öyledir. Nitekim biraz önce zikrettiğim şartlar gereği diğer bir insanı Allah’a emanet etmek, şartların uygun olması durumunda o insanın bizzat kendisine emanet edilmiş olduğunu kabul etmiş, dolayısıyla da gereğini yapmaya hazır olmak demektir. 

 

2

Die Räuber kommen! Mit ungeheurer
Heeresmacht überziehen sie unser Land. Sie wollen
Uns das Leben lassen, wenn wir ausliefern
Was wir brauchen zum Leben.
Warum
Den Tod fürchten, aber nicht Den Hunger?
Wir unterwerfen uns nicht!

Hırsızlar geliyorlar! Devasa
Ordularıyla memleketimizin üzerine çöküyorlar.
Canınızı bağışlarız, ama yaşamak için
İhtiyacınız olan her şeyi bize vereceksiniz diyorlar.
Neden
Açlıktan değil de ölmekten korkalım ki?
Hayır, teslim olmayacağız.

Bertolt Brecht

 

16 Haziran benim doğum günümdü, fakat doğum günü kutlamalarına alışık olmadığım için kutlamadım. Aslında çok ilginç. Hayatını Almanya’da geçirmiş biri olarak buna alışık olmam gerekirdi, nitekim Almanlar çok severler özel günleri kutlamayı; ama bu konuda beni kendilerine benzetemediler. Bir de kahve var. Ona da alışamadım bir türlü, ne Türk’üne ne de ecnebi olanına. Hz. Peygamber sıklıkla hediyeleşmeyi tavsiye ediyor; aslında insanlar arasında sevgi ve merhameti arttırabilecek her şeyi tavsiye ediyor; selamlaşmayı, tebessüm etmeyi, tokalaşmayı, alçak sesle konuşmayı, sinirlenmemeyi, böbürlenmemeyi, düzgün yürümeyi, düzgün oturmayı, düzgün kalkmayı; hayalı olmayı, başkalarının varlık alanına dahil olmadan önce izin istemeyi, izin verilmemesi durumunda geri durmayı; çocuklara sevgi ve merhamet, yetişkinlere merhamet ve saygı göstermeyi. Abu Ali al-Cübbai’nin rahmeti bol olsun, müteşekkir olmayı; varlığını zenginleştiren her şeye ve tabii ki ve öncelikle onu var kılan Rabbisine karşı şükran duymayı. Dolayısıyla, kutlamasam da, çocuklarımın en küçük yaşlardan itibaren hediyeleşmeyi bir Peygamber Sünneti olarak hayatlarının bir parçası kılabilmeleri için doğum günlerinin iyi birer fırsat olacağını düşündüm. Kendi doğum günlerinde ben onlara kitap hediye ettim. Benim doğum günlerimde ise kendime aldığım kitapları hediye paketi yaptırarak bana hediye etmeleri için onlara verdim. Bu şekilde hediyeleşme bir şekilde hayatımızda bir yer edindi. Hala daha. En son, dolayısıyla bir hafta önce işte, Ömer Faruk yeni yaşın hayırlı olsun baba diyerek elinde bir parça pastayla çıkageldi; Elif Şafak’tan Black Milk – On Motherhood and Writing ve Franz Kafka’nın (Türkçe) Babaya Mektup kitaplarıyla birlikte. Ben güldüm, o da güldü. Babama nadiren sarılırdım ben, bayramlarda bile olmazdı öyle bir şey. Anneme daha az sarılırdım hatta. Ellerini öperdim sadece. Bazen, farklı sebeplerden dolayı, sarılmak zorunda kalsam bile çok tuhaf hissederdim, unwohl, ungemütlich Almancada dediğimiz gibi, unbehaglich haddizatında, um nicht zu sagen unheimlich. Bu bir şekilde bana da geçti; ben de çocuklarıma sarılmam, bazen öyle yaparım, ama sarılmam.

İki gün önce Almanya’dan bir tanıdığım aradı. Kısa bir süreliğine İstanbula gelmiş … görüşmek istedi. Olur dedim. Dün için (23.06.2025, Saat: 20:00) randevulaştık Taksim’de. Tanıdığım diyorum, çünkü Türkiyede, özellikle ama İslamcılar arasında, çok fazla kullanılan dost kelimesini sevmiyorum. Belki hiçbir zaman bir dostum olmadı onun için. Arkadaş kelimesini kullanabilirim onun yerine, ama onu da kullanmaktan hoşlanmıyorum. Tanıdık kelimesi hem daha kapsayıcı ama hem de daha mesafeli geliyor, o nedenle onu kullanıyorum. Başkaları kullansa dahi benim yanımda içim daralıyor söz konusu kelimeleri duyunca. Bir parçası oldukları mide bulandırıcı diskurdan nefret ediyorum çünkü. Erkence çıktım evden. Günlük okuma virdim en az 150 sayfadır. Dolayısıyla çıkarken kitabımı yanıma aldım. Önce yürüyerek Sarıyer’e geçtim. Bankaya uğradım ardından ve 1000 YTL çektim hesabımdan. Bu miktar dışarıya çıktığım günlerde sadece kendim için harcadığım tutara tekabül ediyor; şimdilik tabii ki, nitekim 3 ay sonra aynısıyla benzer bir günü tamamlamak mümkün olmayacak muhtemelen; ağırlıkla muhtemelen. Yürürken kitap okumayı seviyorum, gerçi İstanbul’da son derece tehlikeli bir iş bu, fakat bugüne kadar, Elhamdulillah, herhangi bir sorun yaşamadım. Eski bir alışkanlık bu bende. Bir keresinde, Almanya’da, henüz daha çocuk denecek yaştayken, yine birgün kitap okuyarak yürüken öyle yaşlı bir Yahudi durdurmuştu beni ve “Biliyor musun demişti Musa da böyle yapardı, o da okuyarak yürür, ya da yürüyerek okurdu.” Çok sevinmiştim; mutlu olmuştum. Bir Peygambere benzemek, hem de bilmeden, dolayısıyla bilinçli olarak değil de doğal olarak bir Peygambere benzemek, çok güzel gelmişti bana. Musa nasıl okurdu, ne okurdu orasını hiç düşünmemiştim. 

Sarıyerden Beykoza geçtim vapurla (45 YTL); Üsküdar otobüsüne bindim ardından (10 YTL). Abdullahağa Caddesi durağında indim otobüsten ve Üsküdar’a yürüyerek devam ettim sonra. Evden çıkarken henüz kahvaltı yapmamıştım, dolayısıyla Kuzguncukta bir su ve iki simit aldım (65 YTL). Yol üzerinde bir kitapçı vardı, hem biraz serinlemek, hem dinlenmek, hem de öylesine işte girdim içeriye. Aslında Üsküdar’ı hiç sevmiyorum, nedendir bilinmez ama İslamcıları hatırlatıyor bana, her ne kadar artık, Elhamdulillah, İslamcılardan kurtarılmış olsa da. Gelenler için değil, gidenler için bu Elhamdulillah. Slavoj Žižek’in Hegel fıkralarından birini hatırlayın lütfen: Hani adam uykuya yatarken gece masasının üzerine bir dolu bir de boş bardak bırakıyor ya; gece susaması durumunda dolu bardak, susamaması durumunda boş bardak devreye girebilsin diye; öyle. Üsküdar’dan vapurla Eminönü’ye geçtim (30 YTL). Hava sıcak ve ortalık kalabalık, ama benim neşem, nedendir anlamadım ama, yerinde. Canım balık ekmek yemek istedi birden. Aslında son derece rahatsız oluyorum o bağıran adamlardan, hani yürürken önünüze geçip de sizi neredeyse zorla içeriye çekmek isteyen satıcılar var ya, onlardan. Aynılarından biri önüme çıktı bakınırken aniden ve “Abi gel” dedi, “…balık ekmek var”. “Görüyorum” dedim “fakat bu şekilde davrandığın için, yani önüme çıkıp yüksek sesle bağırdığın için senden almayacağım”. “Bağırmayan mı var abi” dedi bunun üzerine satıcı, ben çıkmasam önüne başka biri çıkacak. Bir an durdum, düşündüm; haklıydı, geçerli bir argüman sunmuştu bana. Haklısın dedim satıcıya dolayısıyla ve gösterdiği sıraya girerek sıranın bana gelmesini bekledim. Balık ekmeğimi ve de suyumu aldıktan sonra (250 YTL) Karaköy’e doğru yola koyuldum. İran nispeten sakin, ama Filistin’de Müslümanlar (açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan, toptan, tüfekten, bombadan … ve ve ve …) ölmeye devam ediyor. K’asrın lideri iş başında. Merhum annem çok güzel baklava yapardı. Sadece bu yüzden iple çekerdim bayramları. Bir ben değil ama, bayramlarda anne ve babamla bayramlaşmaya gelen tanıdıklar dahi çok beğenirlerdi annemin yaptığı baklavayı. Annemden sonra başka hiçbir yerde yemedim aynısını bir daha, benzerini dahi, ta ki Karaköy Güllüoğlu’nu (Nadir Güllü) keşfedene kadar. Tabii ki aynısı değil, ama yenilebilir olanların en iyisi muhtemelen. İçeriye girdim ve kısa bir süre bekledikten sonra beş parça cevizli baklavamı alıp (280 YTL) bir köşeye oturdum. Yaklaşık beş yıldır burada yaşıyor olmama rağmen, alışkanlık işte, bu durumlarda yaptığım ödemenin kaç Euro’ya tekabül ettiğini merak ederim. Nitekim ancak o şekilde zihnimde bir değer beliriyor. 6,2 Euro ödemiştim biraz önce beş parça (56 YTL; 1,24 Euro) baklavaya, ki böyle bakınca son derece yüksek bir tutardı bu. En azından ufak da olsa bir denge sağlayabilmek için içerde ücretsiz olarak müşterilere sunulan soğuk sudan mümkün oldukça fazlaca içmeye çalıştım. Hani adam çorbacıya girmiş ve o kadar fazla ekmek yemiş ki hesabı isteyince çorba bizden demiş kasadaki adam sen yediğin ekmeğin parasını öde. Bana da öyle derler mi acaba diye düşünecek ve endişe duyacak kadar hatta.

Sonra Beşiktaş’a kadar yürüdüm ve oradan minibüsle Taksime çıktım (30 YTL).

 

3

… manche Menschen sind Intervalle und Pausen in der Symphonie des wirklichen Lebens.

… bazı insanlar gerçek hayatın senfonisinde sadece küçük bir ihtiyaç molasından ibarettirler.

Friedrich Nietzsche

 

Tavla da oynayamam satranç da; hiçbir zaman da cazip gelmedi bana; her ikisi de. Fakat oynasaydım tavlayı tercih ederdim muhtemelen. Yapısal olarak bana daha yakın gibi. Satranç kapalı bir sistem nitekim, tavla açık. Hatta geçen bir tanıdığıma söyledim, tavla oynarken sadece rakibine karşı değil, Allah’la, ya da Allah’a inanmıyorsan, doğayla birlikte oynuyorsun, nitekim önce zar atıyorsun ardından gelen zara göre hamle yapıyorsun. Bu çerçevede, insanın perspektifinden, bir parça tesadüf giriyor işin içine sürekli ve zorunlu olarak. Bu da sana elinde olmadan karşılaştığın durumlardan en iyisini çıkarma imkanı veriyor. Öyle yapmaya çalışıyor ve öyle yapmaya alışıyorsun da hiç olmazsa. Oysa satranç öyle değil, dediğim gibi kapalı. Seviyorum kendimi açık tutmayı yani, dolayısıyla bir yerde bir şekilde risk üstlenmeyi. Bazen, burada değil tabii ki, Almanya’da, kitapçıya gider, kocaman bir rafın önünde durur, çevreyi zihnime yerleştirdikten sonra gözlerimi kapatır ve ilk elime gelen kitabı alır okurdum. Aman Allah’ım, müthiş tuhaf şeylerle karşılaşıyor insan. Aynı şekilde bazen Youtube’da gelişi güzel videolar izlemeyi de seviyorum. Ve geçen gün eve geldikten sonra yine bu şekilde zaman geçirirken İslamcıların pek çok sevdikleri ve itibar ettikleri bir amcayla karşılaştım: Sadettin Ökten. Tanımıyorum, yazdığı bir şey varsa okumadım ve okumam da. Konuştuğunu dinlemem, kaydettiğini izlemem de. Bana göre İslamcılar, Neo-Cahiliye temsilcileri demeyi tercih ederim aslında, bir şeyi ya da bir kişiyi seviyorlarsa o şey ve kişiden insanlara, ama Müslümanlara kesinlikle, fayda gelmez. O şey, Allah’ın ifadesiyle, bizzat İslamcıların kendileri gibi, ebterdir. Fakat söz konusu oyunun içindeysem, dolayısıyla tesadüfen önüme düşen ne ise artık onu izleyeceğim dediysem kendime, İslamcı da olsa izliyorum.

İnsan bu kadar mı mide bulandırıcı olur, bu kadar mı ucuz, bu kadar mı pespaye. Sayın Ökten’i kastetmiyorum tabii ki; kesinlikle hayır. Yaşını başını almış bir insana İslamcı da olsa saygısızlık yapmam, yapamam. Eleştiririm tabii ki, son derece sert eleştiririm, ki yapacağım da zaten müteakiben, ama saygısızlık yapmam. Ökten’e soru soran ve adı lazım olmayan dangalaktan bahsediyorum. Şu kadarını söylemek zorundayım ama maalesef, son derece düşük bir yansıtma seviyesine sahip sayın Ökten. Bu bağlamda küçük de olsa bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmek isterim; bu muydu? Yansıtma seviyesini Almanca Reflexionsniveau kelimesinin çevirisi olarak kullandım, dolayısıyla aynısını telefonunuzla çektiğiniz bir fotoğraf bağlamında anlaşılır kılabilirsiniz. Nesnesi aynı ama çözülümü farklı olan iki farklı telefonla çekilmiş bir fotoğraf düşünün: Pixel, siz nöron da diyebilirsiniz, sığlık derecesi ne kadar yüksek olursa fotoğraf, yani düşünce, o kadar net olur. Oysa her iki fotoğrafta da gördükleriniz, dolayısıyla üzerinde düşündüğünüz şey aynı şeydir son tahlilde. Dangalakla sayın Ökten arasında yaşanan diyalog şöyle: 

 

Dangalak: Gazze’deki yaşananlara kızdığımız için bazı ürünleri boykot ediyoruz. 

Ökten: Evet.

D: Siz dediniz ki bu çok Müslümanca bir şey değil, boykot …

Ö: … ben etmiyorum.

D: … başka bir şey.

Ö: Başka bir şey.

D: Ne o efendim?

Ö: Müstağni kalıyorum. Boykot İngilizce bir kelime: Be, o, ye, si, o, double ti. Ben boykot etmiyorum. Boykotta şu var: Ben onu istiyorum ama şu şu sebepten almıyorum. Hayır, ben onu istemiyorum. Ben ondan müstağniyim. Tabii şimdi biz Osmanlıcayı kaybettiğimiz için … 

 

Sayın Ökten’in, Osmanlıcayı bilmem ama, Türkçeyi kaybettiği aşikar, nitekim boykot kelimesini, nedense, Türkçe başlayıp İngilizce kodlayarak bitiriyor. Yoksa çift ‘t’, hadi bu zor diyelim, e ama en azında iki ‘t’ demek sadece bana mı bu kadar kolay geliyor? Kaldı ki boykot kelimesi TDK’da geçiyor, Türkçede kullanılıyor yani; hem de İngilizcedeki anlamın aynısıyla. Dolayısıyla başlarken olmasa da kodlamayı bitirirken, bu demek yolda kesinlikle kaybediyor sayın Ökten Türkçeyi. ‘C’ derken de zorlanıyor üstelik. Şeyler geldi aklıma, hani 15 gün Amerika’ya gidip geldikten sonra geviş getirmeye başlayan tipler var ya, onlar. Bilmiyorum ama ben Almanya’da iki çocuk büyüttüm, ki bunlardan biri toplamda yedi olmak üzere dört farklı dili anadili gibi, diğer üçünü de kâfi derecede konuşabiliyor. Türkiye’de geçirdiği zamanın tümünü toplasanız bir seneyi bulmaz, fakat Türkçeyi Binali ya da Nebati’den daha iyi, daha doğru ve daha güzel konuşmuyorsa ben Rumeli Kavak’tan Beşiktaş’a kadar yalın ayak yürürüm. Değer vermekle alakalı bir şey bu. Ne olursa olsun, elde ettiğiniz değer verdiğiniz değer kadardır. Üzüldüm dolayısıyla. Sayın Ökten’in İngiliz ürünlerine karşı takındığı söz konusu müstağni tavrı keşke İngiliz diline karşı da takınabilseydi diye düşündüm. Ama, Almanların dediği gibi, ‘das ist noch das kleinere Übel’. Biz Türkler aynısına ‘keşke bu kadarla kalsaydı’ diyoruz. Mesele şu aslında; sayın Ökten’in boykotla ilgili söylediği her şey, özellikle de ﺍﺳﺘﻐﻨﺎﺀ kavramı bağlamında, son derece düşük bir yansıtma seviyesinin ürünü. Son derece basit yani, üzerinde fazla düşünülmemiş. İş olsun torba dolsun mahiyetinde. Allah’ın li aynihi haram kılmadığı bir şeyi neden istemeyeyim? Ki aslında li aynihi haram kıldığını dahi isteyebilirim şer’an. Ama ben istesem de Allah istemediği için kullanamam. Ben Magnum dondurmasını çok severim; bugün olsa üç tane yerim arka arkaya. Starbucks’ın sıcak çikolatası için otobüsü bile kaçırırım. Mikel’inki ama berbat. Ben bulaşıkları genellikle elde yıkarım, makinelere güvenmiyorum. Ve bulaşık deterjanları arasında en iyisi Fairy’dir. Bunu bütün ev hanımları ve benim gibi ev erkekleri biliyor. Dolayısıyla aynısı Allah tarafından li gayrihi haram kılınmış olmasaydı kesinlikle ondan başkasını kullanmazdım. Özellikle benim gibi çikolata, ve daha da özellikle Nestle delisi biri, Allah’ı sevmese ve onun çektiği sınırları aşmaktan ateşe düşmekten korktuğu kadar korkmasa başka çikolata yer miydi acaba? Hayır tabii ki. Ya Nutella; aman Allah’ım. Nutella benim çocukluğum. Gel gör ki ETİ’ye talim ediyorum zorunlu olarak. Daha birçok ürün son derece kaliteli ve güzel. Neden istemeyeyim? Allah isteme demiyor, istiyor olsan bile belirli durumlarda kullanma diyor. İşin, kelimenin tam anlamıyla ama, esprisi bu zaten. Müslümanca tavır budur. Ökten keşke aslında kalmak zorunda olmadığı şeylere değil de Allah’ın (mealen) ‘bozulmasından korktuğunuz ticaretiniz size Allah ve onun yolunda mücadele etmekten daha sevgiliyse, oturun da Allah’ın gazabını bekleyin’ ayetini bilerek ve isteyerek göz ardı eden, dolayısıyla aynısıyla adeta, haşa, alay edercesine ‘Evet İsrail Müslümanları katlediyor, buna kızıyoruz, ama ne yapalım, ticaretimizi mi bozalım?’ diyen mel’unlara müstağni kalabilseydi? Allah bunu istiyor Müslümanlardan çünkü, nitekim o mel’unlardır kavurucu ateşin altında ve Allah’ın gölgesinden başka koruyucu gölgenin olmadığı o şiddetli günde Allah’ın gölgesinde kendilerine yer bulamayacak olan maymunlar ve domuzlar. Çok daha fazla şey söylemek gerekir aslında ama inanın ki midem kaldırmıyor. İqrah ediyorum. Sevmedim, Ökten’i hiç sevmedim. Allah için sevmedim.

 

4

Ben Hz. Abu al-Fazl Abbas’ın sancağı altındayım ve başka kimsenin sancağı altına girmem.

Seyyid Ali Hamenei

 

Solange keiner klagt, ist anzunehmen, daß alles seinen gehörigen Gang gehe.

Kimse şikayet etmediği sürece her şeyin gitmesi gereken yolda gittiği kabul edilir.

Johann Gottlieb Fichte

 

Tabii ki Trump’ın kapısında veya telefonun diğer ucunda, dolayısıyla kafirin yanında sıra beklemekle Hz. Hüseyin’in sancağı altında o kafirin karşısında dimdik ayakta durmak çok başka şeyler; çok fazla başka şeyler. Bazılarının aklına da imanına da sığmayacak kadar başka şeyler. Sayın Hamenei’in en büyük Dedesi (sa)’nin dediği gibi aslında, اَلْمَرْأُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ. Kim kimin yanında duruyor, ya da اَلرَّجُلُ عَلٰى د۪ينِ خَل۪يلِه۪, kim kime dostum diyorsa artık. Sayın Ökten’i ve ardından sayın Ali Hamenei’i izlerken bir şey dikkatimi çekti ama. Aslında benziyorlar birbirlerine. Hemen hemen yaşıtlar da. Fakat sayın Hamenei’in yüzündeki o son derece endişeli, dolayısıyla mütesellim (kendisine emanet edilen şeyi -Müslümanların canlarını, mallarını, şeref ve namuslarını- teslim alan ve aynısından kaynaklanan sorumluluğun farkında olan) ifadeyle sayın Ökten’in yüzündeki o son derece lakayt ve, onun kelimesini kullanayım, müstağni ve kibir yüklü ifade arasında dağlar kadar fark var. Sayın Hamenei’in adeta sırtındaki yükün altında ezildiğini hissediyorsunuz, oysa sayın Ökten, İslamcıları temsilen, şen şakrak son derece. E öyle olunca da adama ‘boykot’’u ‘boycott’ diye kodlattırıyorlar işte. Merhum babam kızınca derdi bana: ‘Hacısın hacı, sakalından utan.’

Şii İslamı Hz. Muhammed’in dini ve siyasi otoritesinin onun ölümü sonrasında aralıksız olarak onun sulbüne geçtiği inancına dayanır, dolayısıyla aynısının bir uzantısı olarak Müslümanların meşru liderliği, İmamet, Peygamberin irtihalini müteakiben Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin ortak zürriyetine aittir. Rasul sonrası oluşan siyasi gerçeklik ama farklı bir meşruiyet zemininin oluşmasına yol açtı. Ve söz konusu zemin son tahlilde iktidara Şam valisi Muaviye ibn Abu Sufyan’ı taşıdı. Çıkış noktamız sayın Hamenei’in onun sancağı altında durduğunu söylediği Alemdar Abu al-Fazl Abbas, dolayısıyla Abbas ibn Ali. Kendisi Hz. Hüseyin’in baba bir (küçük) kardeşi (647-680), dolayısıyla Hz. Ali’nin oğlu ve Kerbela sancaktarıdır. Tabii ki sayın Hemenei’in bu isimle birlikte oldukça yüklü ve güçlü bir geleneği ayağa kaldırdığını söylemeye gerek bile yok, ama bu Şii İslamı için çok da yabancı olmayan bir durum. Sünni İslamı ile Şii İslamı arasındaki en belirgin ve temel farkı şu şekilde verebiliriz: Şii İslamı için yasanın ötesi vardır, dolayısıyla yasa son söz değildir. Sünni İslamı için yasanın ötesi yoktur, dolayısıyla yasa konuştu mu susmak ve itaat etmek gerekir. Şii İslamı insanın onurunu önde tutar (hürriyet/birey/ahiret), Sünni İslamı yasanın onurunu (emniyet/kolektif/dünya). Dolayısıyla Şii İslamının belki de en önemli tarafı, ki bana göre İmam Humeyni Velayet-i Fakih kuramıyla bu noktada son derece başarılı bir aktüalizasyon gerçekleştirmiştir, öteye, ötekiye, Jacques Derrida’nın ifadesiyle ‘büsbütün öteki’’ye hatta, açık olmasıdır. 

Michel Foucault’nun kemikleri çınlasın, öyle diyordu (mealen): ‘Bu başka bir şey, burada başka bir şey oluyor; bildiğimiz, tanıdığımız, aşina olduğumuz bir şey değil bu’. Dolayısıyla devrim deyip de Prokrustes’in yatağına yatırmayın olanı biteni. Bu bağlamda devrim (révolution) kelimesini kullanmaz Foucault sıklıkla zaten, isyan (révolté) der daha çok. İstemiyorum (révolté) demek başka, istiyorum (révolution) demek daha başka nitekim. Dolayısıyla her istemiyorum zorunlu olarak yanına bir istiyorum’u alıp gelmez her zaman. Şeytanın en sevdiği cümle hangisidir diye sorsanız bana hiç tereddüt etmeden şudur derim: ‘Tamam bunu istemiyorsun da, ne istiyorsun onu söyle.’ ‘Gitsin gitsin diyorsun da…’ der sana şeytan mesela ‘… sonra ne olacak hiç düşündün mü?’ ‘Hayır düşünmedim, düşünmeyeceğim de. İstemiyorum, o kadar.’ Allah’ın en sevdiği cümle hangisidir diye sorsanız bana yine hiç tereddüt etmeden şudur derim: ‘Benden sonra Nuh tufanı (Nach mir die Sinflut).’ Deontolojiyi en iyi tanımlayan cümledir bu çünkü. Yapman gerekeni yap, ki yapman gerekenin ne olduğu bir Müslüman olarak Hz. Peygamber’in örnekliğiyle sabittir zaten halihazırda, sonra isterse kıyamet kopsun, haddizatında isterse tam olarak yapman gerekeni yaptığın için, dolayısıyla kıyamet senin yüzünden kopsun. Orası seni ilgilendirmez çünkü. Fiiller insana, sonuçlar ama Allah’a aittir ve söz konusu sonuçlar üzerinde etkin olabilme imkanını hesaba katmak bile, ki Kant’a göre, mesela, yalan söylemek tam olarak bu anlama gelir işte, Allah’tan uzaklaşmaktır. Elin Königsberg’li yaşlı bunağı anladı bunu da İslamcı dangalaklar anlayamadı hala daha. Aslında bu adamlar bu dünyalı değil demek istiyordu Foucault. Temiz hava giriyor sanki içeriye, nitekim bu adamların pencereleri var açılan ötekiye. E ama termodinamik? … Hak getire. Oysa Sünni İslamı, İslamcılar, dibine kadar bu dünyalı. Ata babalarının T.O.B.B. başkanlığı koltuğuna yapışıp kaldığı gibi yapışıp kaldılar bu dünyaya. 

Muaviye sonrası iktidar oğlu Yezid’e devretti. İktidarı meşru zeminine taşımak adına yola çıkan Ehli beyt taraftarlarının tek umudu Hz. Hüseyin’di artık. Yezid’le (d.647) birlikte ilk kez Hz. Muhammed’i kendi gözleriyle görmemiş, onun sesini kendi kulaklarıyla duymamış, onun kokusunu içine çekmemiş birinin eline geçmişti iktidar. Dolayısıyla dolaylı da olsa ötekiyle bir şekilde var olan ilişki son bulmuştu artık. Hz. Ali taraftarları söz konusu iktidar değişiminin yol açtığı ortamın siyasi mücadeleleri bağlamında kullanılmaya değer bir fırsat olabileceğini düşünüyorlardı. Ve aynısına binaen hareketin Kufe’deki önde gelenleri Hz. Hüseyin’e haber göndererek kendisinden hareketin başına, dolayısıyla saraya karşı harekete geçmesini istediler. Havayı koklaması için gönderdiği elçinin olumlu rapor vermesi üzerine, aksi yönde uyarılar olsa da, Hz. Hüseyin Eylül 680’de Hac ibadeti için bulunduğu Mekke’yi gizlice terk ederek ailesi ve yakın akraba ve arkadaşlarından oluşan küçük bir toplulukla birlikte Kufe’ye doğru yola çıktı. Kufe’de ortalık son derece gergindi bu sırada, nitekim hükümet uyarılmıştı. Sarayın emri doğrultusunda Kufe valisi İbn Ziyad bir taraftan şehre uzanan yolları, şehrin giriş ve çıkışlarını kontrol altında tutarken, diğer taraftan şehirdeki muhaliflere karşı, sarayın emri doğrultusunda yine, acımasız bir sindirme operasyonu yürütüyordu. Saray Hz. Hüseyin’in Kufe’ye ulaşmasını engellemekte kararlıydı ve bu çerçevede onu yanındakilerle birlikte kuzeye doğru ilerlemeye zorladı. Ve bütün bunlar olurken biraz önce bahsi geçen olumlu raporda sözü edilen o on binlerce mel’un Kufeli sözde Hz. Ali taraftarlarından tek bir tanesi bile yoktu ortada. 2 Ekim’de Hz. Hüseyin ve yanındakiler Kufe’nin 70 km kuzeyinde bulunan Kerbela’da konakladılar. Burası aynı zamanda Fırat nehrine nispeten yakın bir yerdi de. Fakat saray Müslümanların suya ulaşmasını engellemek istiyordu ve bu görevi 4000 askeriyle birlikte Ibn Sad’a vermişti. Bugün Trump, Netanyahu ve ticaretlerinin bozulmasından korkanlardan oluşan ‘Büyük Ortadoğu Konsepti’nin, yani BOK triosunun, Filistinli Müslümanlara yaşattıklarını Filistin’den çok da uzakta olmayan o topraklarda Peygamberin dokunmaya bile kıyamadığı torununa ve yanındakilerden oluşan o bir avuç Müslümana yaşatmaya kararlıydı saray. Reis’in tek şartı vardı, Hz. Hüseyin teslim olacak ve ardından kendisine biat edecekti. Ve bütün bunlar olurken sarayın askerleri Müslümanlara adım adım yaklaşıyor, Müslümanların etrafında oluşturdukları çemberi gitgide daha da darlatıyorlardı. Ve 10 Ekim (10 Muharrem) sabahı reisin adamları güneşle birlikte devasa ordularıyla Müslümanların üzerine çöktüler. Peygamberin evladı dahil neredeyse Müslümanların tümünü katletti zalimler. Ve orada toprağa verdiler. Hayatta kalanları önce Kufe’ye, ardından Şam ve en nihayetinde Medine’ye gönderdiler.  

Şii İslamını taşıyan bütün anlatılar, resimler, figürler ve diğer daha ne varsa hepsi bu olay çerçevesinde anlam kazanır; sancaktar Abu al-Fazl Abbas figürü mesela. Bir tarihçi için ama 680 yılında yaşanan bu olay içinde bulunduğu siyasi çatışma çerçevesinde iktidara ulaşmaya çalışan bir liderin yeterli donanıma sahip değil olarak ve kararsızlık içerisinde girdiği mücadeleyi kaybetme hikayesini noktalayan trajik kapanış sahnesinden ibarettir sadece. Bir dinler tarihçisi aynı olayı Şii İslamı’nı son tahlilde Şii İslamı olarak ortaya çıkaran olay olarak okur. Fakat bir Müslüman için bu olay çok daha fazla ve başkadır. Ticaretinin bozulmasından korkanların, varsa o da, akıl ve imanlarının alamayacağı kadar fazla ve başka. Onlar tabii ki burada dualist bir yapı sezecekler, ki var zaten her kavgada olduğu gibi, ta Habil ve Kabilden bu tarafa üstelik, ne yani Hz. Hüseyin gölgesiyle mi kavga etti?, ve aynısını, ve yine tabii ki, ait olmadığı bir yere taşıyacaklar. Ve buranın neresi olduğu hepimizin malumu. Ama ben komplo teorilerini sevmiyorum, dolayısıyla biz burda noktalayalım meseleyi isterseniz.

 

5

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

Sizden bir karşılık istemeyen ve doğru yolda olanlara kulak verin.

Qur’an 36/21

 

Am Tag seines Rücktritts vom Rektoramt soll ihm Schadewaldt in der Straßenbahn begegnet sein und ihn gefragt haben: »Nun, Herr Heidegger, sind Sie aus Syrakus zurück ?« 

Rektörlükten istifa ettiği günün ertesi gün tramvayda Wolfgang Schadewald’le karşılaştı Martin Heidegger: ‘Ne haber? …’ dedi Schadewald ‘… Döndünüz mü Syrakus’tan?’ 

C. F. v. Weizsäcker

 

a.

Şiilerin Heidegger’yı bu kadar tutmaları boşuna değil tabii ki, vardır bir sebebi haliyle. Nitekim Heidegger için de, aynen aynısını kendisinden öğrenen en baba öğrencilerinden Foucault ve Derrida için olduğu gibi, yasanın bir ötesi vardır, en azından ama mağaranın dışarısı. Platon’u okurken, özellikle Devlet’i, ama özellikle de Mağara Alegorisi’ni, bu adam Qur’an okumuş diyesi geliyor insanın, şayet aynısı aynısından bin sene önce konuşmamış olsaydı. Meseleye tersinden bakmak da mümkün tabii ki. Bir adam var, Qur’an’da şehrin öte tarafından, Platonda mağaranın dışından çıkıp gelen bir adam. Qur’an’da herhangi biri, Devlet’te Sokrates tabii ki. Bu adamın özellikleri, her ikisinde de, Qur’an ve Devlet’te, biraz önce zikrettiğim ayetteki gibi: Kendisi doğru yolda bu adam ve insanları bu doğru yola çağırdığı için onlardan herhangi bir karşılık istemiyor. Ama sonları da aynı oluyor bu iki adamın: Öldürülüyorlar. Dolayısıyla Platon’un hocasına yapılan zulmü bir türlü unutamadığı aşikar. Adamın dünyası yıkılmış, alt üst olmuş. Aslında daha çok. Anlam veremiyor, olup biteni entegre edemiyor; sonu gelmez bir iritasyon. Nasıl oluyor da diyor bir topluluk sahip olduğu en akıllı adamı, ki Platon için tek gerçek siyasetçi Sokrates’tir, nasıl oluyor da öldürüyor? Bu soruyu tersinden sormak da mümkün: Nasıl oluyor da bir topluluk sahip olduğu bütün iktidarı yine sahip olduğu en büyük hırsızın eline veriyor, dolayısıyla bütün ciğerleri, yani devletin kasasını, devletin makamlarını, devletin itibarını, devletin geçmişini, şimdisini, geleceğini; halkın ekmeğini, suyunu, onurunu, şerefini ve izzetini; halkın dinini ve imanını, vatanın toprağını, bayrağını ve sancağını kedilere, haddizatında sokak kedilerinin kralına teslim ediyor? Bu nasıl bir şey diyor Platon. Yazıyor da yazıyor, ki biz Almancada ‘schreibt sich die Seele aus dem Leib’ deriz, dolayısıyla adeta ruhunu bedeninden dışarıya yazıyor, yazarak ruhunu bedeninden dışarıya çıkarıyor, yani öldürüyor kendisini neredeyse yaza yaza. Bu Almancada sık kullanılan bir terkip, dolayısıyla bir şey yaparak ruhunuzu bedeninizden çıkarabiliyorsunuz. Mesela çok ağlayan çocuklar ya da üzüntüden ağlaya ağlaya kendisini paralayan insanlar için de söylenir aynısı: ‘Sich die Seele aus dem Leib weinen’. Adam kafayı sıyırıyor. Onu kullanıyor ve yoruyor ama aslında, düşünüyor yani. Ve böyle bir şeyin tekrarlanmaması için ne yapabilirim diyor kendi kendine. Sonra kalkıp Syrakus’a gidiyor. Ama mağlup oluyor, ama Samuel Beckett’e ilham olurcasına, mağlup oldukça durmuyor devam ediyor, sonra daha güzel mağlup oluyor. Heidegger da öyle ama, o da mağlup oluyor, ama yine de bildiğini okuyor, vaz geçmiyor. Die Zeit gazetesi, Heidegger’yı parafraz edercesine, Martin ve Elfride [Heidegger] arasındaki mektuplaşmayı okurlarına şöyle tanıtıyor: ‘Wer gross denkt und liebt, der muss eben auch in beidem gross irren; Hauptsache gross.’(Kim büyük düşünür ve büyük aşklar yaşarsa, o her ikisinde de büyük mağlup olmak zorunda, yapacak bir şey yok; önemli olan büyük ama). Hannah Arendt? Muhtemelen, ama sadece o değil muhtemelen. 

Mağaradan bir şekilde kurtulmayı başarmış bir adam neden tekrar geri döner? Ne işi var yeniden mağarada? İşte burada, ki hem Qur’an hem de Devlet aynısını aynı derecede önemle vurguluyor, yazının girişinde zikrettiğim bekçilik giriyor devreye. İnsanın sorumluluğu; diğer insanlara karşı sorumluluğu var insanın. İnsan insanın kurdu değil bekçisidir demiştik ya, o sorumluluk işte. Mağaradan çıkabilecek kadar aklı varsa, geri dönmekten başka çaresi yok zaten o adamın. Heidegger Elisabeth Blochmann’a yazdığı bir mektupta hanımefendiden Platon’un yedinci mektubunu okumasını istiyor. Ne var o mektupta? Platon’un 390-360 arası Syrakus’a yaptığı bahse konu üç gezi. Platon son derece detaylıca açıklıyor meseleyi burada (353). Projesinin başarısızlıkla sonuçlandığını bizzat kabul ediyor tabii ki, mesele o değil, ama temel iddiasından vaz geçmiyor hiçbir zaman. Şayet diyor bilgelik (Felsefe) ve iktidar (Siyaset) tek bir adamda bir arada bulunmuyorsa (Symbiose), o durumda o toplumun sükun bulması ve mutlu olması mümkün değil. Bizim için çok tanıdık bir şey bu, her gün yeniden ve yeniden ve yeniden Platon okumuş gibi ve kadar oluyoruz zaten, dolayısıyla bunun nasıl rezil ve pespaye bir şey olduğunu her gün bizzat ve bilfiil yaşayarak tecrübe ediyoruz. Ve Platon’un bütün bu mağlubiyetine ve Karl Popper’nın her tarafını, ama özellikle de götünü, yırtmasına rağmen aynı düşünce bugün hala daha son derece revaçta. İnsan huzur istiyor, yapacak bir şey yok.

Heidegger mağara metaforunu dörde bölüyor. Önce içerde bağlı olanların durumu tasvir ediliyor, ardından çözülmeleri, sonra mağaradan çıkmaları ve en nihayetinde mağaradan çıkmak istemeyenlerin mağaradan zorla çıkartılmaları geliyor. Heidegger için önemli olan haddizatında bu son merhale zaten. Dolayısıyla soru şu: Birileri istemeseler de, Immanuel Kant’ın selbstverschuldete Unmündigkeit dediği şey, tercih edilmiş rüştsüzlük yani, onları zorla aydınlığa çıkartmak, çıkarmaya çalışmak ne kadar meşrudur? Sorumluluk buraya kadar uzar mı, yoksa sadece teklif etmekle sınırlı mıdır aynısı? Nitekim çıkmak istememekte haklı adamlar bir yerde. Çocukluğum geldi aklıma yine. Kışın buz gibi havada merhum annem sabah gelir, hadi kalk okula gideceksin derdi. Aman Allah’ım, o sıcak yataktan çıkmak var ya, ölüm gibi gelirdi bana. Hele dışarıdaki soğuğu (Friedrich Nietzsche) hatırladıkça, nevrim dönerdi. De çare yok. Annem ben kalkana kadar inzibat gibi beklerdi başımda. Yani; kim alışık olduğu dünyayı başına ne geleceğinden haberi ve emin olmadığı bir dünya için terk eder ki? Diğer taraftan Heidegger için mağaradan çıkmak, en baba öğrencilerinden olmayan Herbert Marcuse için olduğu gibi, 68vari bir çıkış değildi tabii ki sadece. Mesele onun için hakikat’ti aslında. Hakikati Verborgenheit’ın, karanlığın yani, elinden, adeta Prometheus’un Tanrıların elinden ateşi çalıp ölümlülere vermesi gibi, alıp kurtarmaktı yapılması gereken. Metafor içinde metafor. Platon mağaradan çıkan adamdan geride kalanlar için uğraşmasını istiyor dolayısıyla, onları kanatları altına almasını, korumasını. Heidegger da öyle. Mağaradan çıkan adam öyle güneşi görüp de mayışıp, gevşeyip, güneşin altına yatıp uzanıp gerilemez, gününü gün edemez diyor Heidegger (… darf sich nicht in der Sonne aalen). O kurtarıcı olarak mağaraya geri dönmek zorunda. Orada hoş karşılanmayacağını, tehlikede olduğunu ve hatta ölümle tehdit edileceğini bilse de oraya geri dönmek zorunda. Ki bu sorumluluk duygusu Platon için filozof kavramından ayrı düşünülemez bile, analitiktir haddizatında. Filozof olmak sorumlu olmak demektir yani. 

Söz konusu metafor Heidegger için aslında söz konusu kurtuluşun özünü tasvir eder. Nitekim aynısı hakikatin özü hakkında bir reflexion barındırır içinde. Ve aynısıyla birlikte insanın özüyle ilgili bir reflexion da. Hakikat şayet sadece bir yargı kategorisi değilse, ki değil, ve ‘ein Geschehen mit dem Menschen ist’, dolayısıyla insanın insan olması, olabilmesi hasebiyle maruz kaldığı, kalmak zorunda olduğu bir şey ise, o durumda insan hakikatte olmadığı, ona maruz kalmadığı sürece (kendisi/kendisinde) değildir. Hakikat insanı kendisiyle buluşturur, ya da insanın kendisiyle buluştuğu, kendisi olduğu yerdir; o onu kendisine getirir, kendisine açar, kendisine (doğru) yola çıkartır ve özgürleştirir ve Mağara Alegorisi Heidegger için bu temel idrakin (fundamentale Einsicht) hikayesel olarak (narrativ) katman katman açıldığı (entfaltet) mekandır. 

 

b.

Hans Blumenberg için ama iş hiç de öyle değil maalesef. Meselenin birilerini bir yerden kurtarmakla alakası yok kesinlikle. Ki biri çıkıp gelmiş ve bir şeyler anlatıyor, da insanlar niye inansınlar ona? Anlat anlat heyecanlı oluyor diyor ya Türkler, biraz öyle galiba. Ki ilginçtir, biz Türkler, en azından aklını başında, imanını ise bütünüyle ruhunda tutmasını bilenlerimiz, bunu da her gün bizzat ve bilfiil yaşıyoruz. Size de İslamcılar veya Kemalistler “Hadi hadi kalabalık yapma.” demiyorlar mı. Bana sürekli diyorlar. Bir anektod: Bir İslamcıyla oturuyoruz, ki ismini versem bir çoğunuzun, ismen en azından, muhtemelen tanıdığı bir İslamcı. Ben tabii ki bir Müslümana yakışır şekilde ve Peygamberimden öğrendiğim gibi yine görevimi (Pflicht) yerine getirmekle meşgulüm, beyefendi önce dinliyor, ardından birden ‘tamam tamam…’ diyor, ‘… ne söylemek istediğinizi anladım. Ama bunlar yeni şeyler değil, yıllardır dinliyoruz bunları. Aşamadınız bir türlü. Bıkmadınız mı?’ Ben önce duruyorum, sonra susuyorum; ama sonra, ‘bildiğinizi biliyorum…’ diyorum, ‘… nitekim Allah biz Müslümanlara Qur’an’da söylüyor bunu: Onlar diyor Rabbim (mealen) onlara hakikati anlatmaya çalıştığınız her zaman biz bunları biliyoruz diyecekler, bunlar eskilerin hikayelerinden ibaret.’ Bu sefer muhatabım duruyor ve susuyor ve ardından ‘E ama siz bana açıkça müşrik diyorsunuz’ diyerek sanki bilmediği bir şeyi ima etmişim pozuna giriyor. Ellerimi açıyorum, başımı yana eğiyorum ve ‘orasını ben bilemem artık’ der bir pozisyon alarak aslında son derece memnuniyetle katılıyorum muhatabımın söylediklerine. Dolayısıyla da bir müşrike, kelimenin tam anlamıyla ama, haddini bildirmiş olmanın mutluluğu içerisinde Rabbime sığınıyorum ardından: ‘Senin için bütün bunlar …’ diyorum Rabbime ‘…, yanlışsam düzelt beni lütfen, haklıysam affet. Bugün güçlüler, kulakları hakikate tıkalı. Ama yarın kapının, dışarıdan ama, önüne konulduklarında, ki konulacaklar, sen koyacaksın İnşallah ve Elhamdulillah, yine ağlayıp zırlayacaklar. Bir köşede saklı tuttukları ‘7.4 yetmedi mi’ pankartını kaldıracaklar. Sen’i (Subhanehu ve Taala) o zaman hatırlayacaklar. Bugünkü kibirlerinden eser kalmayacak.’ 

Bahse konu adamın iddialarını destekleyici ne var elinde diyor Blumenberg. Hiçbir şey: Nichts. Elleri bomboş. Diğer taraftan hayatını içerde geçirmiş bir adamın dışarısı diye bir kavramı olabilir mi? Dolayısıyla Blumenberg diyor ki aslında, meseleyi uzatmadan kısaca geçelim, olması gereken mağarayı boşaltmak değil, nitekim aynısı, mağarayı boşaltma projesi yani, en başından itibaren ölü doğmuş (stillborn) bir proje zaten. Blumenberg’e göre Platon’un böyle bir derdi de olmadı hiç haddizatında. O kadar insan ne diye bir deli’nin peşine takılıp o güne kadar yaşadıklarından vazgeçsinler? Platon bunu bilmiyor mu? Biliyor tabii ki. Dolayısıyla diyor Blumenberg istememelerine rağmen insanları zorla varlığını kabul dahi etmedikleri bir dışarıya çıkarmaya çalışmaktansa içeriyi yaşanır kılmaya çalışmak gerekir aslında. Hayali kurulan bir olması gerekenin değil, olması mümkün olanın peşinden gitmektir yapılması gereken. Budur Blumenberg’e göre aslında Platon’un bütün derdi. İçeriyi, olması gerekenin o olduğu yanılgısına düşmeden ama, ki diyalektik bu demek işte, mümkün oldukça yaşanır kılmak. Politeia’nın bütün meselesi bu ona göre. Onun için geri dönüyor Sokrates. Nitekim o geri dönmezse iktidarın kimin eline kaldığını biz çok iyi biliyoruz. Ve iktidarı eline geçiren o hırsız, sadece, dar anlamda, içeriyi değil, dışarıyı da, aslında dokunduğu her şeyi ateşe veriyor, her yeri cehenneme çeviriyor. İşte Hz. Hüseyin, dedesi ve babasından öğrendiği gibi, tam da bunun için çıkmıştı yola. Dedesinin varisi olarak bunun için koşup gelmişti şehirlerin anasından ve bunun için inmişti mağaraya (Kerbela). Bunun için ölmüştü. Eşkıya dünyaya hükümdar, dünya cehennem olmasın diye.  

Blumenberg’in Resümme’siyle bitirelim isterseniz:

 

Anstelle der Mitteilung von Einsicht … die Herrschaft aus Einsicht …

Vermeidungsform sich für die Wahrheit töten zu lassen. 

 

İki anlamda kullanıyor Blumenberg ‘Einsicht’ kelimesini burada. Aslında içe(riye) bakmak (einsehen) -ama bakarak içeriye girmek (sich einsehen) ve bakarak içeriye almak (es einsehen) da olur, ki ‘anla (kabul et) artık’ Almanca da ‘sieh es endlich ein’ olarak ifade edilir sıklıkla, dolayısıyla işin özünü idrak etmektir mesele, ki Einsicht ist der erste Schritt zur Besserung der Almanlar ayrıca, bu demek ‘iyileşmek meselenin özünü idrak (kabul) etmekle başlar’- anlamına gelen bu kelime ilkinde doğru olanı idrak etmek, ikincisinde ise mümkün olanı; aslında ilkinde belirli bir idraki (İsim) pazarlamak, ikincisinde yalın olarak olanı idrak etmek (fiil). Dolayısıyla diyor Blumenberg, hakikati idrak ettiğini iddia ederek insanların kafasını şişirmeye, bulduğunu düşündüğün Hızır’ı insanlara zorla da olsa satmaya çalışmak yerine mümkün olanı idrak edip aynı idrak üzerinden işi yürütmektir yapılması gereken. Ve, son cümlesi, bu şekilde de hakikat adına kendini öldürtmekten geri durmak. Bu ama bize, Hz. Hüseyin’in takipçileri olarak, ki inşallah öyleyiz, ters … dermişim. Güldüm … Muhtemelen hakikat adına ölmek olsa mesele ilk önce ben kaçarım. Nitekim o kadar kolay olsaydı ölmek bu rezil hayatı kimse yaşamazdı ve Hz. Hüseyin Hz. Hüseyin olmazdı. 

 

6

Un petit air de doute et de malancholie,
Vouz le savez, Ninon, vous rend bien plus jolie …

Çok değil ama, az biraz şüphe, biraz da melankoli,
Sizi, emin olun, çok daha güzel yapacak …

Alfred de Musset

 

Cebimde nakit 225 YTL kalmıştı, dolayısıyla metroya binmeden önce gece için ne alacağımı iyi düşünmeliydim. Çikolata zaten de, de başka ne? Önce bir bakındım öylesine, sonra erikte karar kıldım. Aklıma dikiş tutmaz Sabri geldi, güldüm. Sebze ve meyve satın alırken ürünlerin fiyatlarına göre ve ağırlık bildirerek değil de cebimdeki paraya göre alırım alacağımı. Dolayısıyla satıcıya, mesela, ‘bir kilo erik istiyorum’ demem de, daha çok -bu durumda 225 YTL’den iki çikolatanın parası çıktıktan sonra ne artarsa artık o kadarlık- “Şu kadarlık erik lütfen.” derim. Ağırlık olarak ne kadar, mesela, erik aldığımı bilmem ama. Normalde poşeti doldurur, ardından içine bakıp yeterli olup olmadığını anlamaya çalışırım, şayet kafi gelirse tamam derim, yok az gelirse biraz daha ister, ya da kendim dolduruyorsam poşeti, biraz daha koyarım, yok çok gelirse yine poşetten biraz eksiltmesini isterim satıcıdan, ya da ben kendim eksiltirim. Fakat son tahlilde poşette olanın ağırlığından haberim olmaz, sormam da ne kadar olduğunu. Eriklerimi ve çikolatalarımı aldım, ardından metroya indim hemen (30 YTL). Taksim-Hacı Osman arası yaklaşık yarım saat. Artık okumak istemiyordum ama, dolayısıyla kulaklıklarımı taktım ve müzik dinledim. Metrodan çıktım sonra ve son otobüse yetiştim (15 YTL), yetişemeseydim taxiye binmem gerekecekti, ki param kalmamıştı, dolayısıyla tekrar para çekmek zorunda kalacaktım. Normalde Tarabya Sarıyer arası, özellikle yaz akşamları ve geceleri, ama gündüzleri de, çok kalabalık olur. Ama Sarıyer, ama özellikle Rumeli Kavağı, çok daha fazla. Çıkamazsınız, ama çıksanız bile bir şekilde geri dönmek mümkün olmaz şayet özel aracınızla çıkmışsanız. Saatlerce yolda tıkanır kalırsınız. Birine kızmıştım bir keresinde hatta, ‘ben 55 senelik buralıyım, bir şey yok burda, boşuna gelmeyin…’ demiştim, ‘… ne siz yorulun ne de bizi yorun’. Esnaf duysa mahalleye sokmaz vallahi. Bugün nedense sakindi ortalık ama. Allah’ın işi işte denk gelmiş. Otobüs de nispeten boştu, orta kapının hemen arkasında cam kenarına oturmuş denizi seyrederken öylece, çalan şarkı takıldı kulaklarıma birden. Calum Scott, Bridges:

 

I wanna thank You [Allah] for those words [Qur’an] You said
‘Cause they pulled me right back from the edge

I used to walk on bridges with one thing on my mind
Do I wanna live or do I wanna die?
Staring at the waters while trying to decide
Between the pain that I’ve been living with or the pain I’d leave behind
Or the demons I’ve been fighting on, the angels by my side

I used to walk on bridges with one thing on my mind
But now I walk on bridges to reach the other side.

 

الله أكبر

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN