… dann muß der Mensch endlich aus seinem […] Traum erwachen und seine totale Verlassenheit, seine radikale Fremdheit erkennen. Er weiß nun, daß er seinen Platz wie ein Zigeuner am Rande des Universums hat, das für seine Musik taub ist und gleichgültig gegen seine Hoffnungen, Leiden oder Verbrechen.

… o durumda [insan] gördüğü rüyadan uyanmak zorunda kalır artık ve bütünüyle terk edilmiş, kimsesiz ve buralara yabancı olduğunu anlar. Artık bilir o, onun yeri bir çingene gibi adeta evrenin kenarından ibaret, ki o evren onun söylediği şarkılara sağırdır, umutlarına kayıtsız; çektiği acılara da, işlediği cinayetlere de.

Jacques Monod

 

1

… et cognoscetis veritatem et veritas liberabit vos.

… καὶ γνώσεσθε τὴν ἀλήθειαν, καὶ ἡ ἀλήθεια ἐλευθερώσει ὑμᾶς.

… ve hakikati idrak edeceksiniz ve hakikat sizi özgürleştirecek.

Yuhanna 8, 32

 

Başlıktaki soruya İncil’in verdiği cevap böyle: Hakikat (Veritas, Aλήθεια) sizi özgürleştirmek için var. Da hakikat sizi neden ve ne için özgürleştirecek?  Aλήθεια’yı Martin Heidegger’nın anladığı gibi anlarsak son soruya Max Horkheimer/Theodor W. Adorno’yla birlikye şu cevabı verebiliriz:

 

Seit je hat Aufklärung […] das Ziel verfolgt, von den Menschen die Furcht zu nehmen und sie als Herren einzusetzen. 

En başından beri Hakikatin/Aydınlanmanın hedefi insandan korkularını alarak onu yeryüzünün efendisi kılmaktır.

 

Qur’an açısından da mesele farklı değil: 

Allah hakikattir – بِاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ – ve hakikat kendisini idrak edenleri (aslında kendisine güvenenleri) – اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ – karanlıklardan kurtararak aydınlığa taşır, dolayısıyla bu şekilde aynılarından korkularını alıp – وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ – onları yeryüzünün efendileri kılar -اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ -.

Genel çerçeve bu: İnsan var ve hakikat var, insan hakikatten uzak olduğu sürece, ona ulaşamazsa ya da, karanlığa gark, aynısına düçar, dolayısıyla mutsuz olur. O halde mutlu olmak istiyorsa insan, yani karanlıktan kurtulmak, hakikati aramalı, bulmalı ve idrak etmeli, ya da ona güvenmeli, dolayısıyla da korkularından arınarak özgürleşmeli. Bu şekilde hakikatin ne olduğunu sormadan ne işe yaradığı üzerinden kendisiyle ilişkiye girebiliyoruz. Ve ne işe yaradığı üzerinden de ne olduğunu öğreniyoruz.

Almancadaki Geborgenheit kelimesinin karşılığını alelade bir sözlüğe baktığınızda İngilizcede safety, protection, concealment, emotional security, dolayısıyla freedom from danger olarak verilmiş bulursunuz. Fransızlar sentiment de sécurité demişler aynısına, İtalyanlar sicurezza, İspanyollar seguridad. Bu kullanımların tümünü, İngilizcedeki alternatif kullanımları dışarıda tutarsak, Latince securus, dolayısıyla se cura – dert-siz, tasa-sız- kelimesine geri taşıyabiliriz. Arapçada حماية olarak verilmiş aynısının karşılığı, Türkçede de; himaye. Ama bu çevirilerin hiçbirisi Geborgenheit kelimesinde saklı olan anlamı tam olarak karşılamıyor, dolayısıyla hiç birisi, en azından bana, aynısını duyunca hissettiğim sıcaklığı ve güveni vermiyor. İlginç gelecek belki ama aynısına en çok yaklaşan, en azından bana göre, Arapça, dolayısıyla Türkçe karşılığı yine de. Yo, Türk olduğum için değil, gerçekten öyle, nitekim diğerlerini duyunca aklıma ister istemez ilk önce bar ve diskoteklerin kapılarında put gibi duran o izbandut gibi adamlar, ya da Kaya Yanar’ın du kommst hier net rein cümlesi geliyor. En anlaşılacak şekilde vermek gerekirse yeni doğmuş bir bebeğin hemşireler tarafından sarılıp sarmalanıp annesinin kucağına verildiği zaman hissettiği duygu ve güvendir Geborgenheit. Ben mesela anne ve babam aramızdan ayrıldıktan sonra tamamen kaybettim o duyguyu, o güveni de, bir daha hiç hissetmedim ve yaşamadım. Söz konusu kelimeyi merkez ve tavan kelimeleri, dolayısıyla kurumlarıyla birlikte düşünmek meseleyi biraz daha açabilir. Bu çerçevede Macar filozof Georg Lukács transzendentale Obdachlosigkeit kavramını kullanıyor, bir tavansızlıktan söz ediyor ve bu tavansızlığı transzendental sıfatıyla tanımlıyor, bu demek aynısını, bu bağlamda, insan olmanın bir ön şartı olarak ileri sürüyor: Yani insan olmak tavansız, aslında himayesiz olmak demektir ona göre artık; kendi zamanı için en azından. Die Theorie des Romans’da Immanuel Kant’a explizit, yani açıktan, Friedrich Nietzsche’ye ise implizit, yani üstü kapalı, işaret ederek Kants Sternenhimmel glänzt nur mehr in der dunklen Nacht der reinen Erkenntnis und erhellt keinem der einsamen Wanderer — und in der Neuen Welt heisst Mensch-sein: einsam sein — mehr die Pfade (Kant’ın yıldızlı seması artık sadece saf idrakin karanlığında parıldıyor ve hiçbir yalnız yolcunun — ve yeni dünyada insan-olmak: yalnız olmak demektir — yolunu aydınlatmıyor) diyor. 

Lukács’ın Kant’ı açıktan işaret etmesi üzerinde çok fazla durmak istemiyorum, onu birebir anıyor zaten, dolayısıyla Kant’ın mezar taşına yazdırdığı ve günümüzde sosyal medya ve ucuz aforizma kitaplarının vazgeçilmezi haline gelen o sözü zikrediyor, dolaylı olarak. Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der gestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir. Yani: İki şey insanı üzerlerinde tekrar tekrar ve yoğunlaşarak düşündükçe her seferinde yeniden artan bir hayranlık ve saygıyla dolduruyor: yıldızlarla dolu gökyüzü ve içimdeki insan. Lukács’ın Nietzsche referansı için ama söylediklerine, dolayısıyla yazdıklarına biraz daha yakından bakmak gerekir. Bazen bir bile bazen de burada olduğu gibi iki kelime yetiyor neyin nereye işaret ettiğini anlamak için. Özellikle söz konusu iki kelimenin kullanım bağlamı birbirine son derece yakınsa buradaki gibi, düşünceler arasında var olan bağlantıları gün yüzüne çıkartmak çok kolay. 

Nietzsche’nin Die fröhliche Wissenschaft’ta kısa bir metni var:

Kein Pfad mehr! Abgrund rings und Totenstille! 

So wolltest dus! Vom Pfade wich dein Wille! 

Nun, Wanderer, gilts! Nun blicke kalt und klar! 

Verloren bist du…

Bu metni birebir Türkçeye çevirmek mümkün değil, gerekmez de aslında, nitekim biraz geniş bir çeviri aynısının içeriğini verebilir bize pek ala:

Yürünecek yol kalmadı artık! Uçurumlar dolu etrafın ve ölüm sessizliği. 

Böyle olsun dedin, yol istemedin. 

O halde yolcu artık öyle; şimdi bak etrafına soğuk soğuk ve gör her şeyi.

Sen! Kayboldun gittin …

Farkındaysanız burada hakikatin özgürleştirmesi başka bir şekil almış, hakikat artık sarıp sarmalayıp güven vermiyor, tam aksine bu güven ve emniyet yalanının ipliğini pazara çıkartarak özgürleştiriyor. Isaiah Berlin’in popüler kıldığı ikiliyi hatırlatıyor biraz: freedom to’dan freedom from’a doğru ilerleyen bir serüven adeta. Peki ne pahasına? Yalnız ve karanlıkta kalma pahasına. Bunu nasıl isterseniz öyle anlayabilirsiniz, fakat son tahlilde özgürleşmek, bu anlamda, haddizatında Almanca Emanzipation dediğimiz, yani zincirlerinden kurtulmak, son derece masraflı bir hobi, herkesin harcı değil. Ki Nietzsche aynı mecazı, zincirlerinden kurtulmayı, kullanıyor zaten. Uçurum Nietzsche’yle birlikte Sören Kierkegaard ve özellikle ama Blaise Pascal için de son derece önemli bir motif bu arada, insanın yolsuzluğunun, tavansızlığının, tabasızlığının, kimsesizliğinin, yalnızlığının ve tabii ki Allah’sızlığının ifade edilmesi noktasında Nietzsche’nin tercih ettiği bir resim. Kendi felsefi serüvenini sıklıkla dik yokuş ve baş döndürücü dağ tırmanışları, derin yar kenarlarında yürümek ve yuvalanmak olarak ifade ediyor Nietzsche. 27 kasım 1888 tarihli bir adsıza yazdığı mektup müsveddesinde kendisinden bahsederken…

…ich komme aus hundert Abgründen, in die noch kein Blick sich gewagt, ich kenne Höhen, wohin kein Vogel sich verflog, ich habe an Eis gelebt, – ich bin verbrannt worden von hundert Schneen…

…yüzlerce uçurumdan geliyorum ben, içlerine hiçbir bakışın cesaret edemediği, ben yükseklikler tanıyorum, hiçbir kuşun yolunu kaybetmediği, buzda yaşadım ben, – ben yandım yağan yüz karda…

…diyor. 

Dolayısıyla yukarıda Lukács’tan yaptığım alıntıda geçen Pfad (yol) ve Wanderer (yolcu) kelimelerinin verdiğim bir önceki Nietzsche alıntısından esinlenerek kullanıldığını görüyoruz. Burada, Lukács ve Nietzschede, kendisini dışa vuran ortrak bir halet-i ruhiye söz konusu aslında: 

Wohin bewegen wir uns
Fort von allen Sonnen
Stürzen wir nicht fortwährend 
Und rückwärts, seitwärts, vorwärts, nach allen Seiten
Gibt es noch ein Oben und ein Unten? Irren wir nicht durch ein unendliches Nichts 
Haucht uns nicht der leere Raum an
Ist es nicht kälter geworden
Kommt nicht immerfort die Nacht und mehr Nacht

Nereye gidiyoruz
Bütün güneşlerden uzaklaşarak
Sürekli düşmüyor muyuz
Geriye, yana, öne, her tarafa
Bir yukarısı, bir aşağısı kaldımı? Sonsuz bir hiç içerisinde kaybetmedik mi yolumuzu
Boş mekanın nefesi vurmuyor mu yüzümüze
Soğumadı mı hava
Hep gelmiyor mu gece, daha çok gece.

Nietzsche’nin Gott (Hakikat) ist tot derken öldüğünü, dolayısıyla artık aramızda bulunmadığını kastettiği şey yapıp etmelerimizi ve düşünmelerimizi kendisine göre ayarladığımız ve bize güven ve emniyet veren bir en üst ilkedir nihayetinde, o bu noktada Platon’dan esinlenerek güneş kelimesini kullanıyor, ki bu ilke ille de semitik dinlerin, ya da herhangi başka bir dinin tanrısı olmak zorunda değil, ki Nietzsche bağlamında bunu Kant’ın aklı ya da yukarıda verdiğim alıntıda Kant’ın içimdeki insan olarak ifade ettiği şey olarak da düşünebiliriz; düşünmek zorundayız desem bile fazla söylemiş olmam. Dolayısıyla bu en üst ilke, ki ona ister tavan deyin, ister taban, merkez deyin isterse, ya da Jacques Derrida gibi …

…on pourrait montrer que tous les noms du fondement, du principe ou du centre ont toujours désigné l’invariant d’une présence (eidos, archè, telos, energeia, ousia (essence, existence, substance, sujet) aletheia, transcendantalité, conscience, Dieu, homme, etc.)…

…temellendirme, prensip ve merkez’i işaret eden bütün isimler (eidos, archè, telos, energeia, ousia (essence, existence, substance, sujet) aletheia, transcendantalité, conscience, Dieu, homme, etc.), ki bu gösterilebilir, son tahlilde kendi içinde ve kendinde bulunan bir değişmeze (d’une présence) işaret ederler…

…diyerek biraz daha açıklık getirin meseleye, nasıl yaparsanız yapın, artık yok, bu demek, kelimenin tam anlamıyla başıboşsunuz, imamesiz bir tespih adeta, dolayısıyla girişte zikrettiğim kelimeyle söylemek gerekirse söz konusu Geborgenheit’tan, ana kucağı’ndan, mahrum artık. Korkularınızla baş başa ve karanlıkta. İyi bir Nietzsche okuyucusu olan Yahya Kemal’e kulak verelim:

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Kimilerine göre Nietzsche’yle birlikte değişmez/hakikat’(d/t)en aldık demiri ve meçhule doğru çıktık yola. Nitekim …

…[e]s gibt noch eine andere Welt zu entdecken – und mehr als eine! Auf die Schiffe, ihr Philosophen!

…bir başka dünya daha var keşfedilmeyi bekleyen [acaba???] – birden daha fazla hatta! O halde filozoflar, hadi gemilere!

Robert Brandom felsefi açıdan teknik olarak meseleyi şöyle özetlemiş:

Hegel said: “To him who looks on the world rationally, the world looks rationally back.” More than half a century later, Nietzsche said “When you stare long into the abyss, the abyss stares back into you.” The sentiments expressed in these paired gnomic aphorisms mark the endpoints of a critical arc of nineteenth century philosophical thought. Hegel’s sunny homily epitomizes the optimism of his version of the Enlightenment rationalism characteristic of the previous century. Nietzsche’s darker remark foreshadows the pessimism of a distinctive kind of nihilism, rooted in reductive naturalism, which the events of the following century would make both familiar and fitting. Each of these successive nineteenth century currents of thought, one looking back to what had already been understood and one pointing ahead to what had yet to be dealt with, comes with a rationalizing narrative of progress: the first, of disenchantment by reason, the second of disillusionment with reason.

Hegel “kim dünyaya akılla bakarsa, dünya da ona akılla geri bakar” der, yarım yüz yıl sonra Nietzsche “uçurumun içine yeteri kadar uzun bakarsan, o da döner senin içine bakar”. Bu iki aforizmada kendisini dışa vuran halet-i ruhiye 19. yüzyıl felsefi düşüncesinin kritik bir kırılma döneminin iki ucunu yansıtır. Hegel’in müjdesi kendisinden önceki yüzyıl[lar]da hüküm süren aydınlanma rasyonalizminin iyimserliğinin ona göre belirleyici olan karakteristik özelliğini özetliyor. Nietzsche’nin düştüğü karanlık not ise müteakip yüz yılda [ve sonrasında] yaşanacak olayların hem anlaşılır hem de doğru kıldığı ve indirgemeci bir materyalizmde kök bulan kendine has bir nihilizmin habercisi konumunda. Bu art arda hayat bulan her iki düşünce akımından her biri, biri geriye dönük halihazırda anlaşılmış olan, diğeri ileriye dönük üstesinden gelinmesi gereken bağlamında ilerlemeyi rasyonalize edici bir anlatıyla geliyorlar, dolayısıyla ilki akıl vasıtasıyla sihirden arınmaktan, ikincisi ise akıl ile ilgili yaşanan hayal kırıklıklarından bahsediyor.

 

2

Ich bin mehr und mehr der Meinung, man sollte nicht von der Sehnsucht sprechen, sondern von der Furcht, daß es diesen Gott nicht gebe.

Artık meselenin Allah’a duyulan arzuyla değil de, olmaması durumunda duyulacak korkuyla alakalı olduğunu düşünüyorum.

Max Horkheimer

 

… içim ürperiyor, ya evde yoksan?

Orhan Gencebay

Imagine yourself in the following situation. You are a child playing hide and seek with your mother in the woods at the back of your house. You have been crouching for some time now behind a large oak tree, quite a fine hiding place but not undiscoverable – certainly not for someone as clever as your mother. However, she does not appear. The sun is setting and it will soon be bedtime, but still no mother. Not only is she not finding you, but, more disconcerting, you cannot hear her anywhere: she’s not beating the nearby bushes, making those exaggerated “looking for you” noises and talking to you meanwhile as mothers playing this game usually do. Now imagine that you start calling for your mother. Coming out from behind the tree you yell out her name, over and over again. “Mooooommmmm!” But no answer. You look everywhere: through the woods, in the house, down to the road. An hour passes and you are growing hoarse from calling. Is she anywhere around? Would she fail to answer if she were around?

Şöyle düşünün. Çocuksunuz ve annenizle evinizin arkasındaki ormanda saklambaç oynuyorsunuz. Epey oldu koca bir meşe ağacının arkasına çömelmiş bir vaziyette saklanalı. Saklanmak için iyi bir yer aslında, ama bulunamaz da değil yani. Bir anne için hele hiç değil. Ama anneniz yok ortalıkta. Güneş batmak üzere, neredeyse akşam oldu ve uyku vakti yaklaştı; ama anneniz hala daha yok ortalıkta. Daha da kötü olan: anneniz sadece sizi bulamıyor değil, herhangi bir ses dahi duyamıyorsunuz ondan kaynaklanan. Yani normalde annelerin bu oyunu oynarken ‘nerdeymiş benim oğlum?’ diyerek çocuklarıyla konuşurken ve arar yapar gibi yaparken çıkarttıkları seslerden hiç birisi yok. Ve şimdi de sizin annenizi çağırdığınızı düşünün. Saklandığınız yerden çıkarak onun adını haykırdığınızı, durmadan, aralıksızca “anneeeeeeee!” diye bağırdığınızı düşünün. Fakat çıt yok. Her yerde onu arıyorsunuz: Ormanda, evde, mahallede. Saatler geçiyor ve bağırmaktan sesiniz kısılıyor. Anneniz nerde? Orada bir yerde olsa sessiz kalabilir miydi?

 

John Schellenberg

Im amerikanischen Exil berichtet eine ehemalige Nordkoreanerin, die das Straflager überlebte und der es irgendwann zu fliehen gelang, von Frauen, die schwanger ins Lager eingeliefert wurden. Gleich nachdem sie entbunden hatten, wurden ihre Babys von den Gefängnisaufsehern zertreten. Die Neugeborenen schrien, während ihr Genick unter den Stiefeln brach, die Mütter, vor deren Augen das geschah, verfielen dem Wahnsinn. Sollte der Naturalismus wahr sein, sollte also die Erfahrungswelt, wie sie von den Wissenschaften beschrieben wird, schon die ganze Wirklichkeit sein, dann lassen sich keinerlei Abstriche an der […] trostlosen Diagnose über die existenzielle Lage des Menschen im physikalischen Universum machen. Dann ist das zu Tode zertrampelte Neugeborene im Straflager einfach tot und es hatte und bekommt niemals mehr die Chance, etwas vom Schönen und Guten und Wahren, das es nach Platon zu erkennen und zu erleben gilt, selbst zu erkennen und zu erleben; und die Mutter ist und bleibt für immer wahnsinnig und in ihrem Denken, Fühlen und Wahrnehmen fixiert auf das radikal Böse, das ihr im Leben widerfahren ist und das ihr niemals hätte angetan werden dürfen […]; und die Täter, die das Leben des Kindes mit Stiefeltritten ausgelöscht […] haben, sie werden wahrscheinlich niemals zur Rechenschaft gezogen und müssen sich vor niemandem verantworten. Alle, das Baby, die Mutter, die Gefängnisaufseher sind für immer verloren, und alles an diesem unfassbaren Verbrechen ist eines Tages spurlos vergessen, so als ob es niemals geschehen wäre, so als ob alles letzten Endes gleichgültig wäre, wie eben unterschiedslos alles – dürfen wir den Auskünften der Wissenschaften glauben – in der materiellen Erfahrungswelt eines Tages endet und unweigerlich schließlich dem großen gleichgültigen Vergessen anheimfällt.

Bir şekilde ceza kampında hayatta kalmayı ve oradan kaçıp kurtulmayı başarmış ve sonrasında sığınmacı olarak Amerikaya yerleşmiş eski bir Kuzey Koreli kadın kampa hamile olarak getirilen kadınlardan bahsediyor. Doğum gerçekleştikten hemen sonra yeni doğan bebekler gardiyanlar tarafından ayaklarıyla ezilerek öldürülüyordu. Boyunları çizmelerin altında kırılan yavrular feryad ederken bütün bunları izlemek zorunda kalan anneler cinnet geçiriyordu. Şayet naturalizm doğruysa, dolayısıyla bilimler tarafından tasvir edildiği şekliyle ve kadarıyla tecrübi dünya bütün gerçekliği teşkil ediyorsa, o zaman insanın fiziki dünyadaki varoluşsal durumu hakkında yapılan tesellisiz teşhisleri az biraz da olsa zayıflatmanın imkanı yok. O durumda gardiyanın ayakları altında ezilerek ölen yavru öldüğüyle kalır ve hiçbir zaman Platon’a göre idrak edilmesi ve yaşantılanması gereken güzeli, iyiyi ve hakikati bizzat tecrübe ederek yaşantılayamaz; ve o anne o an ve ondan sonra bütün zamanlar için cinnette gark olur; düşünmesinde, hissetmesinde ve algılamasında maruz kaldığı ama aslında hiçbir şekilde maruz kalmaması gereken mutlak kötüye kilitli olarak. Ve o yavrunun hayatını çizmeleriyle ezip yok eden failler? Onlar muhtemelen hiçbir zaman sorumlu tutulmaz ve kimsenin huzuruna çıkıp hesap vermek zorunda kalmazlar. Hepsi, ama hepsi, ezilerek ölen yavru, ezerek öldüren cani ve bütün bunları izlemek zorunda kalan anne bütün zamanlar için kaybolmuş gitmiştir. Ve bu akıl almaz cinayet bir bütün olarak günün birinde bütünüyle ve geride hiçbir iz bırakmadan unutulmuş yok olmuştur. Aynen tecrübe edilen maddi dünyada var olan diğer bütün her şeyin -bilimin verdiği bilgilere inanarak güveneceksek şayet- fark gözetmeden günün birinde bitip o büyük ve kayıtsız unutmanın içine düşüp kaybolacağı gibi.  

Holm Tetens 

 

… ich sehe wieder, wieviel ich der Wittgensteinschen Gehirnwasche verdanke […] Den Nietzsche habe ich an der Oberschule mit Begeisterung gelesen, … spater habe ich viel von seinen gelegentlichen Bemerkungen gelernt … aber hinter der Heiterkeit und der Unabhangigkeit lauert da so ein tierischer Ernst, der mir den ganzen Spass an der Sache verdirbt. … Auch der Wittgenstein ist so ein ernster. 

… tekrardan görüyorum Wittgenstein’ın beyin yıkamasına ne kadar çok şey borçlu olduğumu. Nietzscheyi orta okulda heyecanla okudum, sonraları aklına estikçe düştüğü kısa notlardan çok şey öğrendim … de bütün bu neşenin ve bağımsızlığın arkasında derin bir hüzün pusuya yatmış bekliyor ve aynısı bütün neşemi, arzu ve isteğimi yok ediyor … Wittgenstein’da öyle, o da hüzün dolu.

Paul Feyerabend

 

Hüzün diye çevirdiğim noktada Feyerabend tierischer Ernst demiş, dolayısıyla aslında hayvani bir ciddiyetten söz etmiş. Ama demek istediği tabii ki hüzün, dolayısıyla ciddiyet hayvanileşirse, katlanılamaz hale gelirse yani, hüzün olarak vurur kendisini dışarıya. Ve bana göre felsefenin başlangıcı tam olarak burasıdır işte: Hüzün’dür felsefeyi yola çıkartan o halde birincil olarak hayret değil. Yunanlar ama birincil olarak hayret demişler. Aristoteles’in Metafizğin birinci kitabında dile getirdiği bu resmin kaynağı Platon’dur. 

Sokrates meseleleri açıkladıktan sonra işi anlayıp anlamadığını sorar genç muhatabına (Theaitetos). Genç cevap verir: 

Tanrılar adına Sokrates, haddizatında son derece hayret ediyorum (θαυμάζειν), bütün bu olup bitenin nasıl olup bittiğine; hatta bazı bazı dikkatlice dışarıya bakınca oldukça başım dönüyor (σκοτοδίνη).

Bunun üzerine Sokrates…

… hayret etmek aslında fazlasıyla filozofun durumunu ifade eder, evet, aslında felsefe için bundan başka bir başlangıç yoktur…

… diyerek çizer söz konusu resmi. 

Bu arada: Nietzsche’nin ne kadar iyi bir Platon okuyucusu olduğunu fark edebiliyor musunuz? Sadece tek bir kavramdan, baş dönmesi, neredeyse bütün düşüncesini çıkartmış. Aynı kavram, baş dönmesi, Kierkegaard ve Heidegger (Nichts) için de belirleyicidir bu arada. Daha sonraları, aslında günümüze kadar, bu metnin bu noktası felsefenin başlangıcıyla ilgili neredeyse, ne demek neredeyse, öyle haddizatında, belirleyici oldu. Buradan yola çıkarak oluşturulan düşünce figürü hayreti hayranlığın yanına iliştirip, aslında aynısını, hayreti yani, aşkın bir final bilgiyle sona erdirip hedefine ulaştırdıktan sonra ortadan kaldırdı. Oysa bu noktaya biraz daha yakından bakarsak tam zıttı bir şey çıkabiliyor ortaya. Sonuna kadar düşünülmemiş bir düşünce var burada sanki, ya da düşünülmüş ama publik edilmemiş. 

Baş dönmesi (σκοτοδίνη) aslında karanlık (skoto) ve girdap (dine) kelimelerinin anlamlarını birbirine bağlar, buradan da kafa karışıklığı, ürpermek (Kendini yabancı hissetmek/Unheimlichkeit) ve korku gibi tuhaf  tuhaf şeyler çıkar ortaya. Hesiod’un bütün şeylerin kaynağı olarak ileri sürdüğü Chaos, aslında karanlık, tabansızlık ve istikametini kaybetme tecrübeleriyle ilişkilidir. Chaos bu anlamda sınır ve belirleme kabul etmeyen olarak, bitmiş ve tamamlanmış bir dünyayı sürekli ve her zaman içine alıp yok etmeye muktedir karanlık bir tehlike olarak algılanır. Ve bu anlamda hayret insanı ayağa kaldıran bir hayran kalmak değil, derin bir irite olmak, idrake gelmeyen, tehlike arz eden, bu demek irrasyonel olanla karşı karşıya kalıp dumura uğramak durumudur daha çok. Aristoteles’in bu çerçevede verdiği örnekler sadece açıklanamaz doğa olaylarıyla sınırlı kalmaz ama, o aynı zamanda irrasyonel rakamları da gösterir örnek olarak mesela. Mesela kare diyagonalının bir tam rakamla verilemez olması bir skandaldır ve dünyanın düzenine olan inancı alt üst eder. Öyleki bunu dışarıya taşıyan kişi, dolayısıyla ehil olmayanlarla paylaşan üye, Pisagorcular tarafından okuldan sürülmüş, hatta hakkında büyük bir günahkar olarak denizde boğulup yok olduğu söylentisi yayılmıştır. Dolayısıyla Aristotles’in θαυμάζειν olarak tanımladığı şeyin sadece bilişsel bir irritasyon değil, aynı zamanda varoluşsal bir denge kaybı olarak anlaşılması gerekir, her ne kadar Aristoteles meseleyi bilişsel bağlamda bırakıp bahse konu fenomenlerin açıklamaya kavuştuktan sonra ortadan kalakacaklarını söylese de. Mesela Thales’in, Sokrates öncesinin en ünlülerindendir kendisi, üstün bir başarısı olarak özellikle güneş tutulmasını ön gördüğünün rivayet edilmesi de bu noktada önemlidir; nitekim burada da düzenli olduğu düşünülen bir dünyanın aniden bu düzenden ari kalması, günün birden gece olması, dolayısıyla Thales örneğinde de bir irrasyonalitenin rasyonel bir yolla üstesinden gelinmesidir söz konusu olan, sadece fiilen değil ama mecazen de aydınlatılması karanlığın dolayısıyla. Dolayısıyla summa summarum ve in toto: mesele bilerek ya da idrak ederek huzura kavuşmaktan çok Nietzscheyle birlikte uçurumdan uçuruma yol almaktan ibaret. Mesele düzeni keşfetmek ve ardından aynısına adapte olarak sükuna ermek, Mevlevi dervişler gibi adeta evrenin semasına katılmak yani ve bu şekilde hakikatin bir parçası olarak süregitmek değil, her an, ama her an üzerine çökmesi mümkün olan arsız bir tehlike ve karanlıkla mücadele ederek anlık başarılar sağlamak. Çocukluğum geldi aklıma. 

Yazları Trabzon’a gidince denizden çıkmazdım. Merhum dedemin evi, yani merhum annemin büyüdüğü ev, denizin hemen kenarında. Sabahtan akşama kadar denizde durur ve yanardım. Akşamları da ağlar zırlar, annemin sırtıma sürdüğü yoğurtla rahatlardım. Denizin dibini çok severdim, hala daha aslında. Anlayamadığım bir huzur verir bana, aynen gece ve karanlık gibi. Kışı da onun için severim. Özellikle kışın hava buz gibiyken dışarı çıkıp dolaşmayı çok fazla severim. Aslında yalnızlığı çok severim. Gece ve karanlık, denizin dibi, buz gibi havada sokaklar bomboş olurlar, onun için. Kendimle başbaşa kalırım. Denizin dibine dalar, taş çıkarmaya çalışırdık. Dalmadan önce birkaç kez derin nefes alıp verir ve ardından son aldığımız nefesimizi sıkıca tutarak inerdik aşağıya. Nefesimiz bitince yeniden nefes almak için tekrar su yüzüne çıkar aynısını tazeler, ardından hemen yine dibe inerdik. Hayat da böyle sanki, aslında sürekli dipteyiz. Ara sıra yukarıya çıkıp nefes tazeliyoruz belki, ama genellikle dipteyiz. Haliyle bu resmi buradan alıp dallandırıp budaklandırıp koca bir ağaç haline getirmek mümkün, de ben onu yapmak istemiyorum şimdi. Bu bağlamda felsefe sonu gelmez bir ayakta kalma, bir var olma mücadelesidir demek gerekir. Bir şekilde boğulmamak yani. Müslüman için şeytan söz konusu tehlike ve karanlığı sembolize eder aslında. Ne bir idrak, ne bir ışık, ne de başka bir şey yaşadığı sürece bir Müslümana bu tehlikeye karşı final bir koruma sağlayamaz, ancak kendi bireysel çabasıyla geçici ayakta kalmalar elde edebilir, hepsi bu. 

Aristoteles daha sonra felsefenin temellendirilmesi bağlamında Sokrates öncesiyle girdiği tartışmada bu resmi daha da derinleştirir. Ve o, dünyanın söz konusu bu gayri stabilliğine, biz Almancada Labilität diyoruz, hiçbir şekilde sabit olmayışına yani, sadece Sofistlerin şahsında, dolayısıyla hiçbir dışavurumun doğru değil, hepsinin aynı zamanda hem doğru hem de yanlış olabileceği iddiası çerçevesinde karşı çıkmaz. Nitekim bunlara benzer düşüncelere Homer’dan Parmenides’e oradan da Anaxagorasa kadar bir çok önemli ve aslında ciddiye alınması gereken adamlarda da rastlar. Dolayısıyla der Aristoteles, şayet hakikati idrak etme konusunda mümkün mertebe en önde olan bu zevat dahi bu tarz düşüncelere tav olmuşlarsa günümüzde felsefeye ilgi duyup o yönde ilerlemek isteyen garibanlar ne yapsın? Bu durumda hakikati aramak sinek avlamaktan başka bir şey olabilir mi? Olamaz. Aristoteles Metafizikte sinek değil kuş kelimesini kullanıyor aslında. Ben sinek diyerek bize uyarladım. Ne güzel değil mi? Değişmiyor, bu kafa değişmiyor, aynı eleştiriler bugün hala daha son derece revaçta nitekim. Modern mantığın öncülerinden Gottlob Frege Die Grundlagen der Mathematik’inde muhtemelen tam da Aristoteles’in bu cümlesini zihninde bulundurarak hemen hemen aynı şeyi söylüyor: Wenn in dem beständigen Flusse aller Dinge nichts Festes, Ewiges beharrte, würde die Erkennbarkeit der Welt aufhören und Alles in Verwirrung stürzen, yani şayet şeylerin bu sürekli akışı içerisinde sağlam ve ebedi olan bir şey aynı kalmıyorsa, dünyayı idrak etmek ortadan kalkar o zaman ve her şey birbirine karışır. Demek istiyor ki sayın Frege, ha işte o zaman Hızırı buluruz. Fakat hakikat arayışının bu şekilde sekteye uğratılması biraz önce de kısmen değindiğim gibi bilişsel bir ikilemden (Dilemma) daha fazladır tabii ki. 

Meseleye biraz daha yakından bakınca bütün bu tartışmanın aslında Aristoteles’in çelişkisizlik ilkesini olmak (Sein) ve idrakin en temel ve ondan öncesi olmayan prensibi olarak kanıtlama çabası çerçevesinde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu arada son derece dikkat çekici başka bir durum Aristoteles’in söz konusu ilkeyi son derece sıklıkla, nispeten ama, emniyet kavramıyla birlikte, aynı bağlamda, zikretmesi. Buna da retorik diyoruz. Hani derler ya adama kırk gün deli dersen sana inanır, o hesap. Bir çok yerde sağlam prensiplerden söz ediyor Aristoteles, ki aynılarını bir filozofun sahip olması gerekenlerin olmazsa olmazı olarak zikrediyor. Ve bu olmazsa olmazların en olmazsa olmazı işte bu çelişkisizlik ilkesidir ona göre. Bu bağlamda emniyet kavramını, bunu anlamak çok zor olmasa gerek, Platon’un öne çıkardığı baş dönmesine karşı bir cevap olarak ileri sürdüğünü söyleyebiliriz tabii ki. Aσφάλεια (asphaleia) kavramı mesela siyasette anayasal istikrara işaret eder, bir devrilmemeyi (a-sphallein) dile getirir ve bu şekilde tavansızlık ve tabansızlık çerçevesinde, siyasi bağlamda burada ama, hissedilen korkuya delalet eder. Ve bu noktada felsefenin temelini teşkil ettiği iddia edilen hayret, ve tabii ki onunla ulaşılmak istenilen bilgi, son tahlilde kafa karışıklığı, emin olamamak ve sağlam tutanak ve sabit düzenleyicilere duyulan arzu motifleriyle yakından alakalıdır. Dolayısıyla felsefenin ἀρχαί arayışı olarak tanımlanması çerçevesinde arananlar sadece mantıki kurallar değil, aynı zamanda yapıp etmelerimize istikamet veren, bize sağlam durma imkanı tanıyan temellerdir de; diğerinden daha da önce belki de. O halde Metafiziğin giriş cümlesi sadece epistemik değil aynı zamanda yaşam-dünyasal-varoluşsal bir figüre işaret eder. Dolayısıyla hakikat sadece, aslında kesinlikle ve hiçbir şekilde, kendisi için aranmaz. Ki aynısı bu olarak insanın var oluşu açısından temel bir sorundur. Her zamanki gibi aslında, mesele emniyet mi hürriyet mi? Kırk satır mı kırk katır mı? Felsefenin erken tarihi buna bir kanıttır adeta.

Çevrenin sabit olmayışının yarattığı tehlike ve paralize olmuşçasına adeta bu tehlikeye karşı çözüm üretme çabası sadece Hesiod’da değil Parmenides’te de aynı derecede gündemdedir. Hesiod’un Theogoniesinde peşi sıra gelen güçler aynı figürü yansıtırlar: Önce Chaos oluştu, ardından bütün zamanlar için her şeyin emin ve sağlam zemini (ἕδος ἀσφαλής) koca memeli yer küre. Ki burada Chaos genişleyerek açılan bir uçurumu kasteder, ki aynısı aynı zamanda düzenli bir dünyanın onlardan kurtulup kendisini sağlam bir zeminde emniyet altına alması gereken karanlık ve sınırsızlığın varlığını getirir akla. Parmenides’de Tanrıça önemli bir bilgi verir şaire. Ve bu bilgi en başından itibaren sadece final bir idraki temsil etmez, aynı zamanda sarsılmaz bir emniyet ve güveni vurgular. Aslında mesele büütn bunlarla birlikte Allah’ın dediği noktaya akar durur en sonunda: Hüzün yok, Allah var: لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَاۚ. Klaus Heinrich de o düşüncede, nitekim ona göre de Parmenides’in hakikat kavramında kendisini dışa vuran şey şu cümleden başkası değil: ‘Fürchtet euch nicht, denn es gibt ein Sein, das nicht berührt wird von Schicksal und Tod’. ‘Korkmayın, ölüm ve kadere teslim olmayan bir olmak (Sein) vardır’. 

الله أكبر

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN